KARANLIKTAKİ CANAVAR (Kitap)
KARANLIKTAKİ CANAVAR
Yazan: OĞUZ SARITEPE
- İlkeller ve Medeniler
- Suşehri
- Yüzücü
- 2.11.02
- Asıllar ve Suretleri
- Küsenler
- Denek 1689
- Vatansız Ilıklar
- Karanlıktaki Canavar
- Afyon Savaşları
- Uğur Böceği
- Adil’in Adalet Anlayışı
- Potansiyel Tehdit
- Uçuş Komplosu
- Osman ile Müjgan
İlkeller ve Medeniler
İlkeller, medeni topraklara girdiklerinde çok canlar yaktılar. Verdikleri fiziksel acılar bir yana, medeni toplumun içinde yaşamaya alışmış ve bundan başka bir yaşam biçimi bilmeyen nazik insanlara, birçok ruhsal travma yaşattılar. Çünkü medeniyet nedir bilmiyorlardı. Onlar bir şeyi istemeyi bile bilmiyorlardı. Tümüyle güçlünün her istediği şeye sahip olabildiği ve bunun gayet doğal bir şey sayıldığı bir kültürden geliyorlardı.
Medeni toprakların nazik insanları, bu azgın kalabalığın aralarına karışmasından oldukça rahatsızdı. Fakat iş bilmez, sorumsuz, belki de bir tür ihanet içindeki yöneticilerin, sözde yüce gönüllülük ve merhamet adına yaptıkları ölçüsüz davet, ardı arkası kesilmez bir istilaya dönüşmek üzereydi. Aklı başında hiçkimsenin buna karşı çıkmaması olası değildi.
İlkeller adeta bastıkları toprağın medenilere ait olduğunu kabullenmiyor, onu kendilerine ait sanıyorlardı. Bu da onlara tıpkı kendi topraklarındaymışçasına rahat hareket etme imkanı veriyordu. Oysa ilkeller ile medeniler arasında pek çok fark vardı. Mesela medeniler kaba güce önem vermezlerdi. Onlara göre kıvrak zeka, kaba güçten çok daha üstün bir özellikti. Yine mesela medenilere göre nezaket, toplumsal uzlaşı ve refahın vazgeçilemez bir şartı iken, ilkeller için pek çok durumda alay edilecek, küçümsenecek ve acizlik olarak görülebilecek kadar değersizdi.
Bu ve benzeri farklılıkları kimi ılımlı medeniler tipik görüş ayrılıkları olarak kabul ederken, pek çoğu onlarla aynı fikirde değildi. Çünkü bahsedilen bazı farklılıklar, medenilerin yaşam kalitelerini açıkça düşürüyor ve birçok açıdan sahip olunan refaha zarar veriyordu. Bunların başında gelen farklılık ise şiddete olan meyildi.
Bir ilkelin şiddete olan meyli, doğup büyüdüğü toprakların ona kabul ettirdiği ahlaki sınırlar içerisinde gayet normaldi. Fakat aynı meyil bir medeninin ahlaki sınırlarını fazlaca aşıyordu. Bu durumda da haliyle bir arada sorunsuz yaşayacağı varsayılan iki farklı toplum arasında birçok sorun çıkıyordu. Üstelik bu sorunlardan rahatsız olan taraf ilkeller değil, medeniler oluyordu. Zira ilkeller her zaman yaptıklarını yaparak, yani şiddeti kullanarak yaşıyor fakat bunun karşılığında kendi rutinlerinde şiddete uzak yaşayan medenilerden, diğer ilkellerden gördükleri caydırıcı karşılığı görmüyorlardı. Bu durum haliyle ilkeller açısından şiddetin çok daha işe yarar kabul edilmesine yol açıyor ve davranış biçimlerinde herhangi bir yumuşama gözlenemiyordu.
Özetle; ilkeller sonradan dahil oldukları toplumun ahlaki ölçülerine göre davranmayıp, alıştıkları ahlaki ölçüleri aralarına yeni karıştıkları medenilere dayatıyor ve işe yaradığını gördükçe de davranış biçimlerinde uzlaşmacı yönde herhangi bir değişiklik yapmıyorlardı.
***
Bu duruma bir örnek vermek gerekirse, daha geçen gün ilkelin biri kendisini reddeden bir kadını sadece bu sebeple öldürmüştü. Polisler ona bunu niçin yaptığını sorduğunda verdiği cevaplar ise çok şaşırtıcıydı. Çünkü bu cevaplar ortaya çıkarıyordu ki söz konusu ilkel, kabullenilmeme durumunu algılayamıyordu. Zira onun kültüründe kadınların herhangi bir seçim hakları yoktu ve ilkel, o güne değin hiçbir kadının karşısına geçip de ona hayır deme ihtimali bulunduğunu düşünmemişti. Onun için önemli olan tek şey kendi istekleriydi.
Fiziksel olarak beğendiği bir kadının yanına gitmiş ve ona sahip olmak istemişti. Bu sahiplik kavramının üzerinde iyice durulması gerekiyor zira bahsedilen ilkel tarafından arzulanan şey tam bir sahiplik durumuydu. Söz konusu durumda arzulayan taraf kendi isteklerinin varlığını tüm aşırılıklarına rağmen gayet doğal kabul ederken, arzulanan tarafı sadece hedef olarak görüyordu. Kısacası kadını kendisi gibi istekleri olabilen bir insan olarak görmüyor ve kafasında bu düşüncenin ne kadar abes olduğuna dair herhangi bir tartışma yaşamıyordu.
Polis sorgusunda tüm bunlar ortaya çıktığında haliyle herkes şaşırmıştı. Fakat polis de dahil hepimizi asıl şaşırtan şey, kimi yurttaşlarımızın bu akıl almaz olayda neredeyse ilkelden yana tavır almaları olmuştu. Nasıl olmuştu böyle bir anlayamamıştık ama olmuştu. Zira bu ılımlı insanlara göre bizim açımızdan yapılan her ne kadar yanlış olsa da, ilkelin dünyaya bakışı açısından düşünürsek ortada bir sorun yoktu. Yani onu suçlamamızı gerektirecek bir şey yoktu. Çünkü bu onun doğalıydı. Hatta sonradan ılık diye adlandırmaya başladığımız bazıları daha da ileri giderek bizi ilkellerle empati yapamadığımız için suçlamaya bile kalkmışlardı.
En tuhafı da neydi biliyor musunuz? Bu ılık dediklerimiz, söz konusu ilkeli ve onun gibileri canhıraş savunurken, onca olanın asıl mağduru olan kendi yurttaşlarının isimlerini öğrenme gereği bile duymamışlardı. İnanın, en acısı buydu. İnsan, kendisinden olana karşı nasıl bu kadar duyarsız kalır ve kendisinden olmayana, tüm sapkınlıklarına rağmen nasıl bu denli bir korumacılıkla yaklaşır? Bu sorunun cevabını gerçekten merak ediyorduk.
Suşehri
Tanrı'nın bir gazabı olduğuna inanılan öldürücü bir susuzluk, tüm diyarların en başa çıkılamaz felaketiyken ve bu diyarların halkları, kurumak üzere olan son kuyular için bile birbirleriyle vahşice savaşırken, bir tek Şuşehri denilen bereketli toprakların kuyuları hâlâ sorunsuz bir biçimde su vermekteydi. Adeta Tanrı bir tek Suşehri denilen bu eşsiz diyarı gözetmiş, diğerlerini ise gözden çıkarmıştı.
Her şey 13 yıl önce başlamıştı. Hiçkimsenin sebebini tam olarak bilmediği fakat herkesin kendince senaryolar uydurduğu, hem gizli saklı hem apaçık bir biçimde gerçekleşen olaylar sonucunda iş buralara kadar gelmişti. Önce denizler, sonra göller ve nehirler, en sonunda da kuyular birbiri ardına kurumuştu. Hiçbir diyara, o gün bugündür tek yağmur damlası dahi düşmemişti.
Su hem bu diyarların hem de var olan tüm diyarların en kıymetli, en vazgeçilemez, yokluğunda yaşanılamaz ihtiyacıydı. Fakat bolluk zamanlarında şimdi denizleri, gölleri, nehirleri ve kuyuları kuruyan hiçbir halk onun yüzüne bakmamıştı. Herkes Tanrı'ya koşulsuz güvenmiş ve onun bir gün kendilerini suları ile sınayacağını tahmin etmemişti. Hepsinin hemen her konuda sayısız planı vardı fakat hepsinin unuttuğu şey şuydu ki, Tanrı'nın da bir planı vardı. Su her şeydi ve Tanrı bunu biliyordu...
Denizleri, gölleri, nehirleri ve son olarak da kuyuları kuruyan halklar, çareyi suyun bile terk ettiği bu diyarlardan göçmekte bulmuşlardı. Fakat elbette bu bir çırpıda olmamıştı. O güne dek Tanrı'nın hep gülen yüzünü gören bu diyarların halkları, suyun yavaş yavaş topraklarını terk edişinin sebebini uzun süre anlayamamış ve önce panikle birbirlerini suçlamış, ardından ise madem suyun gidişi bir türlü durdurulamıyor, bari elde kalan azıcık su bizim olsun diyerek birbirlerine girmişlerdi.
Aralarında çıkan bu korkunç savaşta, amaçları kalan son kuyuların suyuna sahip olmak iken, bile isteye topraklarında öyle çok kan akıtmışlardı ki, o kalan son kuyulara da kanları karışmış ve bir zamanların cennet kuyuları artık içilemez olmuştu.
O bereketli toprakların, cehaleti huy edinmiş kibirli halkları, bu yaptıklarıyla belki de onlara bir şans daha vermek üzere olan Tanrı'yı iyice kızdırmışlardı. Üstelik bu gelen felaketi dosttan bilmiş, düşmandan bilmiş, haşa demeden Tanrı'dan bile bilmiş fakat o kör olasıca kibirleri yüzünden asla kendilerinden bilememişlerdi. Oysa suyun terk ettiği asıl şey toprak değil, o toprağın sahibi olan akılsız, doyumsuz, geçimsiz halklardı.
Su gidince, geriye hiçbir şey kalmamıştı. Onun hayat verdiği toprak, üzerine akan kanı tüküremeyip içmek zorunda kalmış fakat bu onu günbegün kurutmuştu. Kan ona yaramamıştı. Ne ona ne ondan beslenen hiçbir canlıya yaramamıştı. Kan, suyun yerini tutmadığı gibi kurumayı da hızlandırmıştı. Çünkü ağaçlar kanla doymak istememişlerdi. Çünkü bu diyarların ağaçları, halkları gibi değildi. Köklerine ulaşan kanın bir damlasını bile emmemiş, o kanla bir tek meyve vermemişlerdi. Sonunda kaçınılmaz olarak kuruyan bu ağaçlar, şükür ki kanla beslenmiş olmamanın, dallarına konan kuşları, gövdelerinde gezinen karıncaları, kanlı meyveleriyle beslememiş olmanın onuruyla mutlu ölmüşlerdi.
Olanlardan sonra halklar bir zamanlar vatan dedikleri bu topraklardan, arkalarına bile bakmadan kaçma telaşına girmişlerdi. Önce susuzluğun, sonrasında ise savaşın tüm bereketini yok ettiği bu diyarlardan kaçmanın türlü yolunu bulmuşlardı. Pek azı kalıp, Tanrı'ya el açıp dua etmiş, ondan daha azı ise katlanılması güç bir halde gerçeğin farkına varmış fakat o zor günlerde mücadele edecek ne yol ne de yoldaş bulamamışlardı. Geriye kalan kimi sahiden masum, yılgın; kimi düpedüz suçlu, azgın; bazısı haklı, bazısı haksız yere kızgın çoğunluk ise çareyi göç etmekte bulmuştu.
Bu önüne geçilemezse tarihin en büyük istilasına dönüşmesi muhtemel olan plansız göçün hedefinde ise Suşehri denilen ve kuyularından her şeye rağmen hâlâ su çıkmakta olan eşsiz diyar vardı.
Yüzücü
Olağanüstü bir yüzücü, yaşadığı bir buhran sonucu, bir daha karaya hiç çıkmamak üzere suya daldı. Dalış saatinde iskelede kimse yoktu. Bu dalışın tek şahidi martılardı. Yüzücü hüzünle girdiği suda, birkaç kulaç attıktan sonra durdu ve geriye dönüp iskeleye baktı. Artık kendini karaya ait hissetmiyordu. Martıların düzensiz çıklıkları düşüncelerindeki berraklığı rahatsız etse de kararlıydı, gidecekti.
Yüzücü, iskelenin paslı demirlerine yapışmış ve onunla bir bütün olmuş yosunlara baktı. Bu onları son görüşüydü. Bir daha ayaklarını üzerlerine bastığında hissettiği o tazeliği asla hissedemeyecekti. Elbetteki yeni yurdu denizlerde, başka yosunlarla da muhabbete girecek ve ortak anılar edinecekti. Fakat hiçbiri bu paslı iskelenin üzerindeki yosunlar gibi olmayacaktı. Bu tuhaf bir histi. İyi ya da kötü değil, sadece tuhaf.
Yüzücü, havanın aydınlanmasını beklememeye kararlı olduğundan daha fazla vakit kaybetmek istemedi ve yola koyuldu. Bir daha asla arkasına bakmayacaktı. Dönüp kulaç atmaya başladı ve sudaki huzuru başka hiçbir yerde bulamadığını düşündü. Üstelik de yalnızdı. Bu koca denizdeki tek insan oydu. Bir süre sonra kulaçlarından çıkan sesler, martıların çığlıklarını bastırır olduğunda, artık karadan iyice uzaklaşmış olduğunu düşündü. Yorulmamıştı. Zaten o asla yorulmazdı. Olağanüstü bir yüzücüydü.
Kulaç atmaya devam ederken kafasından türlü düşünceler geçmeye başladı. Fakat biri diğerlerine baskın geliyordu. Huzurluydu huzurlu olmasına fakat suyun içinde oluşu mu ona huzur veriyordu yoksa yalnız oluşu mu karar verememişti. Bunun üzerine kısa bir an için karada yaşadığı yılları hatırladı. İnsan orada asla yalnız olamıyordu. İnsanlardan uzaklaşsa dahi çıkardıkları gürültüden uzaklaşmak mümkün olmuyordu. Oysa şimdi her kulaçta biraz daha sessizleşiyordu deniz ve yüzücü, daha da yalnızlaşıyordu.
Yüzücünün kulakları suyun içinde mesafe aldıkça kulaçlarının çıkardığı düzenli sese daha çok alıştı ve zamanla tek duyabildiği ufak çınlamalar olmaya başladı. Artık bu sonsuz yolculuğu keyif verici bir rutine bağlanmıştı. Kulaçları ölçülüydü. Yüzünü yalnızca nefes almak için sudan çıkarıyordu ve bu anlarda da gözlerini özellikle açmıyordu. Zira gözleriyle görecekleri vücudunun su ile olan bütünleşmesine zarar vermesin istiyordu.
Yüzücü, vücudunun sadece suya odaklanmasını, onunla bir bütün olmasını istiyordu. Sonsuz bir sessizlikte, sonsuz bir renksizlikte ve olasıdır ki sonunda sonsuz bir hareketsizlikte su olmak istiyordu. Bilinci suyun bilincine karışsın, yüzücü denizin bir parçası olsun istiyordu. Hatta az önce vedalaştığı o paslı iskelenin üzerindeki yosunların bir daha asla bilincinde yer etmemesini istiyordu.
Yüzücü yorulmamıştı, yorulmuyordu. O artık dalgaların ve akıntının onun için çizdiği rotada önceki hayatından kulaç kulaç uzaklaşıyor ve ardında bıraktığı anılar, bilinci suyun bilinciyle kaynaştıkça hiçleşiyordu. Bir süre sonra bu hiçliğin verdiği büyük rahatlama artık kulaç atmasına gerek olmadığını anlatmıştı ona.
Yüzücü şimdi suya sırt üstü uzanmış ve denizin alelade bir parçası olmuştu. Gözleri hâlâ kapalı olmakla birlikte tuzlu suyun o kendine has kokusu sayesinde bilincinde yeni bir dünya oluşmuştu. O dünyada ne paslı iskele ne de üzerindeki yosun vardı. Yüzücü artık bu yeni dünyaya ve onun getirdiği hiçliğe aitti.
Dalgalar, akıntı, tuz ve rüzgar gibi varlıklarını hissedebildiği fakat cildine dokunduklarını hissedemediği her şey, ona bir parça daha deniz olduğunu kanıtlar gibiydi. Yüzücü nihayet sonsuz sessizliği ve sonsuz renksizliği aşarak tümüyle suya gömülmüş ve gün eski dünyasını tümüyle aydınlatırken o da sonsuz hareketsizlik evresinde anılarındaki belli belirsiz pas ve yosunlara kadar kutulmak istediği ne varsa kurtulmuştu. Deniz nihayet onu kabul ettiğinde o artık tam olarak bir hiçti ve geriye kalan şey her ne olursa olsun yüzücü değildi.
2.11.02
Uyanır uyanmaz içimde bir tuhaflık oluştu ve adeta bu hayat benim değil diye düşündüm. Birdenbire oldu bu. Uyandığım yatak benim değil. Yatağımın başındaki masa, masanın üzerindeki kağıtlar ve herbiri tarihten silinircesine karalanmış şiirler benim değil. Yüzümü yıkadığım lavobo, işediğim klozet, göz bebeklerimde bir tuhaflık var mı diye uzun süre baktığım bu ayna benim değil. Kendimi tanıdığımı bir an olsun unutsam belki bu gözler bile benim değil diye düşünürdüm. Fakat sonra belki de bunların hiçbiri sahiden benim değildir diye düşündüm. Sadece bu gözler benimdir ve ben sadece bana ait olmayan bir hayatın sahibi olduğum bir güne uyanmışımdır diye düşündüm. Nasıl olduğunu bilemem elbet diye düşündüm ve kısa süre sonra da nasıl olduğundan bana ne diye öfkeyle çıkışarak kendimi savundum.
Elbette ki haklıydım fakat bu haklılığımın bir de şahidi olmalıydı. Hemen evin diğer odalarına baktım. İçinde ilk kez dolaştığım bu evin, uyandığımdan hariç iki odası daha vardı. Sertçe birini açtım ve uyumakta olan yaşlı bir çift gördüm. Odaya girerken çıkardığım sese uyanan çift şaşkınlıkla yüzüme baktılar. İkisini de tanımadığım bu yaşlı insanlardan kadın olanı aklınca beni sorguya çekti ve ''Bir şey mi oldu oğlum?'' diye sordu. Daha ne olsun be kadın, ben sandığın adam ben değilim ya da belki de ben hâlâ benim de ait olduğum yer burası değil.
Öfkeyle kapıyı kapatıp diğer odanınkini açtım. Orada da bir genç kız uyuyordu. Deminki seslere zaten uyanmıştır diye düşünerek bir şey söylemeden öylece baktım. Fakat o adeta benim kapısındaki varlığımı yok sayarak, üzerindeki yorganı sağa sola çekiştirdi ve bu çekiştirmelerin bir manası olduğu ve benim bu manayı çok iyi bildiğimi varsayarak huysuzlandı. Bu huysuzlanmalar arasında ''Öf abi öfff!'' sitemini duymuş olduğum için, daha fazlasına ihtiyacım kalmadığından o odadan da çıktım. Şimdi bir de kız kardeşim olmuştu. Ya da ben tümüyle kendi bedenim ve bilincimle, anne babasıyla yaşayan, üstelik bir de kız kardeşi olan hiç tanımadığım bir adamın hayatına uyanmıştım.
Derhal bu hayattan kurtulmam lazım diye düşünerek, yeniden uyandığım odaya gittim. O sırada duvardaki bir fotoğraf gözüme çarptı. Bu fotoğraf bir doğumgününe aitti, benim doğumgünüme. Gülümseyen yüzümün hemen önünde duran kestaneli pastanın -bu arada kestaneli pastayı hiç sevmem- üzerinde ise iki adet kocaman dört vardı. Eğer bu bir tür şaka değilse, bu fotoğraftaki adam kırkdördüncü yaş gününü kutluyordu. Oysa ben henüz sadece otuzdört yaşındayım. Öyleyim değil mi? Ulan!
Hemen yeniden aynaya baktım. Çünkü fotoğraftaki halim sahiden de kırkdört gibi gözüküyordu. Neyseki aynadaki halim hâlâ otuzdörttü. Fakat yine de daha çok veriye ihtiyacım vardı. Benim olmadığına emin olduğum dolabı açıp, hiçbirini kendime ait hissetmediğim kıyafetlerden giyindim ve koşar adım dışarı çıktım. Yapıp yapmamakta bir an bile tereddüt etmeden karşıdaki kapının ziline bastım. Önce açan olmadı. Tekrar bastım. Yine açan olmadı. Hay Allah, saate bakmamıştım. Belki de hâlâ çok erkendi ve insanlar uyuyorlardı. Fakat ne münasebet efendim, uyanıversinler. Zira ben, bana ait olmayan bir hayata uyanmışken, onlar da hiç olmazsa bir zahmet, kendilerine ait olan hayatlarına birkaç saat erken uyanıversinler diye düşündüm ve zili içeriden bir ses duyana değin çalmaya devam ettim.
Biraz sonra pempe çiçeklerle süslü sabahlığıyla kapıyı açan genç bir kadın telaşla sordu:
''Hayırdır abi, kötü bir şey mi oldu?''
Elinin körü oldu diyemedim haliyle bu hiç tanımadığım kadına çünkü yüzünde hiçbir şeyden haberi olmayan masum bir komşuluk hali vardı. O yüzden üzerine gitmek istemedim. Bu hayat her ne kadar benim olmasa da ve bu yüzden de hiçbir anlamı olmasa da bu insanlar için öyle değildi diye düşündüm. Belli ki onlar kendi hallerinde yaşayan sıradan insanlar olarak görünüşü benimle aynı olan bir adamın anne babası, kız kardeşi ya da kapı komşusuydular.
''Yok bir şey'' dedim ve hızla terk ettim orayı. Asansöre binmeyi bile düşünememiş, telaşla merdivenlere yönelmiştim. Fakat bu bana hiçbir yerden tanıdık gelmeyen kareli mermerden merdivenleri koşar adım inerken, tuhaf bir şey hissettim. Sanki bu bana ait olmayan hayatın kusursuz bir parçası olmuş gibiydim. Yani öyle ya da böyle yaşıyordum onu ve hiç de fena gitmiyordum.
Hemen bu gereksiz düşünceyi aklımdan atıp apartmandan çıktım. Fakat bir gariplik vardı. Apartmanın hemen bitişiğinde bir bakkal duruyordu ve bu bakkal bana oldukça eski bir anıyı hatırlatıyordu. İster istemez Bakkal Hüseyin'i hatırlamış ve duygulanmıştım. Kendime mani olamayarak dükkandan içeri girdim. O da ne? Kapıya bağlı bir zil oynamış ve müşterinin girişi bakkala haber verilmişti. Üstelik bu detay da hatırladığım anıya dahildi.
Tezgahın arkasında duran mavi önlüklü adam Bakkal Hüseyin'e benzemiyor olsa da onu görmek beni yine de mutlu etmişti. Tabi haliyle adam beni tanıyordu. Haliyle ben de onu tanıyor oluyordum ve bu yüzden de konuşmak durumunda kaldım. Biraz bakkal ortamı sohbetin ardından bakkal Hüseyin'e benzemen fakat yine de bana onu anımsatan bu bakkal bana iki ekmek, bir şişe günlük süt ve bir de gazete verdi. Aldım. ''Yazıyorum'' dedi. ''Yaz'' dedim. Yazdı.
Elimde ekmek poşeti ve süt, koltukaltımda 2 Kasım 2002 tarihli bir gazeteyle yukarı çıktım ve kapıyı çaldım. Bu arada mavi önlüklü bakkalı, çiçekli sabahlığıyla komşuyu, kareli mermerden merdivenleri düşündüm. Az sonra kapı açıldı ve demin pat diye odasına daldığım için bana huysuzlanan tatlı kız, hiçbir küslük belirtisi göstermeden elimdekileri aldı. O an beynimde uyandığım ilk andakine benzer bir tuhaflık oldu. Bu hayat benim değil diye düşündüm. Fakat nedendir bilemem dert etmedim bu sefer. Sadece kestaneli pastayı sevmediğim ve o fotoğraftaki kadar yaşlı olmadığımı düşündüm. Sonra, belki de diye düşündüm başka bir hayata uyanmış olmak o kadar da kötü değildir, hele de sen yine sensen ve bu uyandığın hayattaki sen, uyanman gereken asıl hayattaki senden daha mutlu bir sensen.
Asıllar ve Suretleri
İdare'nin yaptığı şey basitti. Sadece uyumlu olanlar ile yola devam edilir, uyumsuzlar ise fark edildikleri anda sitemden elenirlerdi. Bunun tek istisnası uzmanlardı. Şayet bir kişi kendi alanında tek ise ve yeri doldurulamaz kabul ediliyorsa, onun uyumsuzluğu sistemden elenmesine değil sadece sistemin içinde gizlenmesine sebep olurdu. Bu gizllik şarttı. Zira bir uyumsuzun bir başka uyumsuz yaratması oldukça olasıydı.
İdare'nin kendileri için bulduğu bu çözüm, uzmanların da işine yarardı. Çünkü bu sayede asıllarından üretiler suretler sistem içinde uyumla çalışmaya devam ederken, onlar özgürce yaşayabiliyorlardı. Tabi bu özgürlüğün sınırlarını da yine İdare çiziyordu. Gerçi hiçbir uzman bu ve benzeri kısıtlamaları tartışma konusu etmezdi. Zira bu sınırlı özgürlüğün alternatifi olan sistemden elenme durumu, hiç de tercih edilebilir değildi.
İşinde iyi olan bir uzman, sureti vasıtası ile İdare'nin beklentilerini karşılayabildiği sürece, İdare tarafından sistemden elenmiyor ve tehdit olarak görülmüyordu. Fakat ne zaman ki o işe ya da uzmanına artık ihtiyaç kalmaz ya da başka birinden de eşit düzeyde verim alınabilirse, işte o zaman uyumsuzluk yeniden bir sorun oluyordu. Aslında korkulan şey uyumsuzluktu. Uyumsuzluk, İdare'yi en az sistemin alt üst olması kadar korkutuyordu. Çünkü İdare'yi ayakta tutan temel direk otorite idi ve uyumsuzlar her an bu otoriteye zarar verebilme özellikleri taşıyorlardı. Üstelik iş bununla da kalmıyordu. Uyumsuzlar davranış biçimleriyle farkında olarak ya da olmayarak sadece İdare'nin otoritesine zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda onu henüz uyumsuz olmayanların gözünde erişilebilir, yıpratılabilir ve belki de yok edilebilir kılıyorlardı. İdare'nin asıl kabusu, kalabalıkların zihninde erişilebilir olmanın sonucu buydu.
Tüm bu nedenlerle İdare açısından geçici bir süre göz yumulsa dahi uyumsuzluğun affedilmesi gibi bir şey söz konusu bile değildi. Hatta uyumsuzluğun boyutuna uygun şekilde bir cezalandırma da muhakkak yapılmalı ve tüm diğer uyumsuzluk adaylarına ibret olması da sağlanmalıydı. Çünkü İdare açısından işleyişin tek bir yolu vardı; İdare ister, geri kalanlar yapardı. Uyumsuzlar ise istenileni, istenildiği şekliyle yapma konusunda harika becerileri olsa dahi, kişilik özellikleri bakımından emir komuta altında çalışmaya uygun değillerdi. Adeta İdare tarafından verilmeyen bir düşünme ve eyleme dökme yetkinliğiyle, sistemin esnetilemez hiyerarşisine mani oluyorlardı. Özetle onları bu halleriyle sisteme dahil etmek mutlaka soruna yol açıyordu. Yani aslında sistemin selameti için elenmeleri gerekiyordu. Ancak bazen o kadar kritik elemanlarda uyumsuzluk fark ediliyordu ki, bu elemanları sistemden elemek İdare'ye daha çok zarar veriyordu.
İdare bu uyumsuzluk meselesi üzerine birçok sorun yaşadıktan sonra nihayet suret teknolojisi ortaya çıktı ve sorun büyük ölçüde çözüldü. Zira artık hiçbir uyumsuz ne kadar kıymetli bir uzman olursa olsun risk alınarak sistemde tutulmuyor, yerine sureti geçiriliyor ve kendisi de elenmek yerine sürekli gözetim altında tutulabildiği bir tür özgürlük yanılsaması içine hapsediliyordu.
Uzmanlar her ne kadar İdare'yi kendilerine muhtaç zannederek bu yanılsama içinde aldatıcı bir özgürlüğün tadını çıkarıyor gözükseler de İdare'nin sonrası için de bir planı vardı. Şimdilik teknolojik olarak mümkün olmasa da ileride asıllarından üretilen fakat onlara bağlı olmadan da yaşayabilen suretler yaratılacak ve uyumsuzlar kendilerine ihtiyaç kalınmadığı o ilk anda sistemden eleneceklerdi.
Küsenler
Son zamanlarda Küsenler denilen tuhaf insanlar türemişti. Fakat bunlar asla bir topluluk değildi. Birlikte hareket etmiyor, belirli bir amaca yönelik herhangi bir tavır da koymuyorlardı. Yaptıkları tek şey belirli mecburiyetler sebiyle bir arada yaşamak zorunda oldukları toplumun geri kalanıyla, aralarına yapay bir duvar örmekti. Aslında toplum içindeki bu tür bir soyutlanma inşasına çok önceden başlanmıştı. Fakat Küsenler arasında bir birlik olmadığı için herbiri kendi soyutlanması ile meşgul olmuş, bu da görünürde toplumsal yapıya zarar vermemişti. Oysa aradan zaman geçtikçe fark edilmişti ki, Küsenler aslında uzun zamandır aramızdaydılar. Şimdi onları daha iyi anlamak için, içlerinden biriyle yapılan kısa bir sohbeti okuyalım. Umarım bu sohbetin ardından onlara hak verip siz de Küsenlerden olmazsınız. Zira Küsenlerden olmak demek herhangi bir yere ait olmaktan çok hiçbir yere ait olmamak anlamına geliyor ki bu dayanılması güç yalnızlığın getirdiği başka birçok ağır mesuliyet daha var.
-Adınız?
-Adımın gizli kalmasını istiyorum.
-Size nasıl hitap etmemi istersiniz o halde?
-Küsen Hanım diyebilirsiniz.
-Peki öyleyse Küsen Hanım, kaç yaşındasınız?
-35.
-Yolun yarısı öyle mi?
-Ben artık ortada yol falan görmüyorum.
-Umutsuz biri gibi cevap verdiniz. Küsen eşittir umutsuz diyebilir miyiz?
-Diyemeyiz sanıyorum çünkü mesela benim küskünlüğüm umutla ilgili değil.
-Neyle ilgili o halde?
-Umut olarak görülenlerle, vaadedilenlerle ya da kurulan hayallerle. Çünkü bunlar umudun kendisi değildir.
-Daha açık olur musunuz lütfen?
-Umut denilen şey içinde bulunduğumuz durum ne kadar zor olursa olsun ondan kurtulmak için ihtiyacımız olan motivasyonu bize verebilir. Bu nedenle de aslında bir ruhta umudun tükenmesi demek, o ruhun yaşam motivasyonunun da kalmaması demektir. Oysa benim bahsettiğim şey bundan farklı. Ben umudun olmayışından değil, var olan umudun benim ahlaki ölçütlerimle örtüşmüyor oluşundan rahatsızım.
-O halde siz aslında toplumun iyiler ve kötüler olarak ikiye ayrılmadığını düşünüyorsunuz.
-Tam olarak öyle düşünüyorum ve bu benim mücadele azmimi paramparça ediyor. Çünkü benim açıklıkla gördüğüm şey şu ki toplumun içinde artık iyiler ve kötüler yok. Ne yazık ki artık sadece kötüler ve daha kötüler var.
-Yani siz bir küsensiniz. Ne bugünkü kötülerden ne de onların iktidarını devirebilecek olanlardan, yani sizin inancınıza göre yarınki kötülerden taraf değilsiniz.
-Aslında bu ne demek bilmiyorum yani küsen olmak ama kendi ahlaki ölçütlerim sebebiyle herhangi bir tarafa ait hissetmediğim için bana böyle diyorsanız, hakkınız var. Küsmek doğru bir tanımlama olabilir.
-Peki ilk olarak ne zaman böyle hissetmeye başladınız?
-Tam olarak bir kırılma noktası olmadı hayatımda. Sanırım kastettiğiniz şey böyle bir şey ama dediğim gibi benim öyle bir anım olmadı. Her şey zamanla birikti ve yaşadığım her kötü tecrübede daha nahoş bir yanla tanıştım. Elbette iyi şeyler de oldu ama sebepsiz kötülüğün insan ruhunda açtığı yara, iyilik merhemiyle tedavi edilemiyor ne yazık ki. Her yaranın belli belirsiz de olsa izi kalıyor ve o izler hayat boyu bizimle oluyor.
-Daha iyi anlamak için soruyorum Küsen Hanım, siz bu durumda hayata mı küsmüş oluyorsunuz yoksa insanlara mı?
-Bu ikisinin ne kadar ayrı şeyler olduğunu gerçekten bilmiyorum. Çünkü insan da hayatın vazgeçilmez bir parçası. Tüm bu güzellikler ve çirkinlikler onun eseri olduğu gibi, gelecektekiler de yalnızca onun eseri olacak. Açıkçası bu sorunun cevabını bilmiyorum zira ben de bir insanım ve bildiğim her şey insanın egemen olduğu bir hayat anlayışı üstüne inşa edilmiş.
-Bu inşa edilmiş yapıdan çıkmak mı istiyorsunuz?
-Aslında bundan çıkış olmadığını biliyorum. Başka bildiğim şeyler de var. Mesela bugünkü kötülerden taraf olmak istemediğimi biliyorum. Aynı şekilde yarınki kötülerden taraf olmak istemediğimi de biliyorum. Yine bildiğim bir şey var ki o da yalnız olmadığım gerçeği. Yani ben istisna değilim. Bu içinde bulunduğumuz rezil düzende bile hâlâ her iki tarafın tüm yalancı nimetlerine rağmen prensiplerinden taviz vermeyen insanlar var. Bunları görüyorum ve içimde bir yerde hep canlı tutmaya çalıştığım küçücük bir umudu bu insanlar sayesinde kaybetmiyorum.
-O halde Küsenler her şeye rağmen umutsuz değiller diyebilir miyiz?
-Evet, tabiki bunu söyleyebiliriz. Ancak Küsenler'in umudu diğerlerinin umudu gibi sonsuza dek varolabilecek türden bir motivasyon umudu değil. Çok derinlere gömülmüş ve belki de hep orada kalacak, sonunda da unutulup gidecek bir umut bizimki. Çünkü umudu canlı tutabilmek için de güç lazım. Oysa bu umudu yaşatanların sayısı her geçen gün azalıyor.
-Umudu canlı tutabilmek için de güç lazım dediniz. Nasıl bir güç bu ve sonunda diğerleri gibi o da yozlaşabilir mi?
-Gücün her türlüsü doğası gereği yozlaşabilir elbette. Ancak benim bahsettiğim güç daha çok içgüdüsel bir şey, hayatta kalmak ya da üremek gibi.
-Yani aslında umudu ve onu yaşatacak olan içgüdüsel gücü her şeye rağmen yaşamaya devam edebilmek için bir ihtiyaç olarak mı görüyorsunuz?
-Evet, şimdilik sadece o kadar.
-Şimdilik dediniz. Sanırım artık sizi daha iyi anlıyorum Küsen Hanım. Umarım tekrar konuşuruz.
-Umarım buna gerek kalmaz.
Denek 1689
Her geçen gün artan toplumsal şiddet için bir alternatif oluşturabilmek adına çeşitli simülasyonlar hazırlayıp, insanların bu simülasyonlardaki senaryolar vasıtasıyla içlerinde biriken şiddetten arındırılmış bireyler olarak hayatlarına devam edebilmelerini arzu ediyoruz. Eğer siz de toplumsal şiddetin azalmasını ve günün birinde yok olmasını bizim kadar istiyorsanız gelin ve ekibimize katılın.
Detaylı bilgi için lütfen şu numarayı arayın: 0(xxx) xxx xx xx
-Hazır mıyız arkadaşlar?
-Hazırız efendim.
-İlk deneği gönderin.
Bu emrin ardından beyaz odanın kapısı açıldı ve içeriye genç bir erkek girdi. Ne yapacağı kendisine detaylı olarak anlatıldığı için yapması gerekenleri sırasıyla yaptı. Odanın ortasında bulunan masanın üzerindeki kaskı aldı ve başına geçirdi. Sonra da masanın bitişiğindeki yatağa uzandı.
-Denek 4256 bizi duyuyorsan işaret ver.
Denek kendisine öğretildiği şekilde baş parmağı ile işaret verdi ve hazır olduğunu belirtti. Ardından geri sayım başladı. 3...2...1!
Kontrol odasındakiler önlerindeki ekranlardan her şeyi takip ediyorlardı. Bu denek için oluşturulmuş senaryo gereği iki yetişkin erkek, küçük bir çocuğa zorbalık yapacak ve bu denek de o zorbalara şiddet uygulayacaktı. Bu sayede denek daha önce verdiği kişisel bilgiler ışığında küçük bir çocuğu şiddetten kurtarıp, suçluları cezalandırması sayesinde içinde biriken şiddetten arınmış olacaktı.
Birkaç dakika sonra simülasyon bitti ve denek kaskı çıkardı. Kontrol odasındakiler her şeyin başarılı geçtiğinden emindiler. Yine de denek ile yüz yüze görüşme sağlandı ve olumlu sonuçlar teyit edildi. Denek bunun bir simülasyon olduğunu bilmesine rağmen küçük bir çocuğa zorbalık eden o iki adamı döverek rahatlamıştı ve odaya girmeden öncekine göre içinde hissettiği şiddet arzusu çok daha azdı.
Ardından odaya başka bir denek daha alındı. Denek 3225 için oluşturulmuş senaryo gereği adi bir hırsız yaşlı bir kadının emekli maaşını çalacak ve deneğimiz de önce yaşlı kadını kurtarıp güvenli alana taşıyacak, ardından da hırsızı adalete teslim edecekti.
Simülasyon bittiğinde denek 3225'teki arınma sonuçları bir önceki denek olan 4256'ya göre daha düşük çıkmıştı. Simülasyon sonrası yapılan yüz yüze görüşmede kendisine bunun nedeni sorulduğunda denek 3225 bu durumu ''O adi herifi adalete teslim etmeden önce biraz hırpalasaydım, sonuç farklı olurdu.'' şeklinde açıkladı. Kontrol odası bu açıklamayı nok ederek odaya bir başka denek aldı.
Denek 1412 için oluşturulmuş senaryo gereği üzerine bomba düzeneği bağlı bir terörist kendini farkında olmadan açık edecek ve bir polis memuru olan deneğimiz hiçkimseyi riske atmadan onu etkisiz hale getirecekti.
Birkaç dakika sonra simülasyon bittiğinde kontrol odasındakiler ekranlarına baktılar ve notlarını aldılar. Denek içinde biriken şiddetten arındırılmış ve rahatlamış gözüküyordu. Tabi bunu teyit için denekle yüz yüze görüşme de yapıldı ve deneğin kendini hem rahatlamış hem de insanları kurtarmış olduğu için kahraman gibi hissettiği teyit edildi.
Gün boyu başka birçok denek simülasyona alındı ve herbirinin kişiliğine uygun olarak oluşturulan simülasyonlar sonucunda üç şey net olarak gözlendi:
1. Denekler, neredeyse her durumda şiddeti işe yarar bir çözüm olarak görüyorlar.
2. Denekler, işlenen suça göre uygulanan şiddetin artmasında herhangi bir sakınca görmüyorlar.
3. Denekler, suçluları bizzat cezalandırınca daha mutlu oluyorlar.
***
Ertesi gün ekip yine toplandı ve deneyler başladı.
-Denek 1689 bizi duyuyorsan işaret ver.
Denek kendisine öğretildiği gibi işaret verdi ve simülasyon başladı. Denek 1689 orta yaşlı bir kadındı ve geçmişte başına kötü şeyler gelmişti. Ekip bu konuda oldukça hassas davranarak senaryoyu onunla birlikte oluşturmuş ve geçmişte yaşadığı travmayı tekrar edecek bir şey tetiklenmesin diye azami hassasiyet gösterilmişti. Denek 1689 için oluşturulmuş senaryo gereği oldukça iri bir adam ona zorla sahip olmaya çalışacak fakat denek buna izin vermeyecekti. Bununla birlikte bu deneğe özel oarak ucu açık bir simülasyon oluşturulmuştu. Yani denek simülasyon içindeki hislerine bağlı olarak alternatif sonlardan birini seçebilecek ve tecavüzcüsüne karşı onu en çok rahatlatacak cezayı uygulayabilecekti.
Ekrandan olanları takip eden kontrol ekibi, geçmişte yaşadığı büyük travma sebebiyle bu deneğin tepkilerinin çok daha gerçek olduğunu gözleyebiliyordu. Deneğin hangi alternatifi tercih edeceği ve bunun onu ne ölçüde rahatlatacağı onlar için de merak konusuydu.
Denek 1689 için oluşturulan alternatiflerden biri deneğin çığlık atarak yardım çağırması ve bu yardıma gelen bir polis memurunun onu kurtarmasıydı. Bir diğer alternatif deneğin mücadele ederek kendi çabasıyla kurtulması ve suçluyu bizzat cezalandırmasıydı. Son alternatif ise deneğin direncinin kırıldığı ve sonucu kabullendiği bir anda suçlunun hatasını anlayarak eyleminden vazgeçmesiydi.
Simülasyon başladığında her şey gayet normaldi ve denek tıpkı o gece olduğu gibi evine gitmek üzere yürüyordu. O sırada karşısına çıkan iri yarı adam ona önce askıntılık etti ardından da fiziksel tacize başladı. Bunun üzerine denek onunla mücadeleye girişti. Bu anlarda deneğin beyninde travmanın tetiklendiğine işaret eden bazı hareketler gözlendi ve kontrol ekibi tedirgin oldu. Ancak denek 1689 bir süre sonra durumu kontrol altına alarak mücadeleyi güçlendirdi ve suçluyu etkisiz hale getirdi.
Simülasyon bittiğinde kontrol ekibi deneğe zarar gelmediği için mutluydu ve ekrana yansıyan verilere göre şiddet boşalımı konusunda da başarılı olunmuştu. Fakat yine de her zaman olduğu gibi yüz yüze görüşme yapılacaktı.
Birkaç dakika sonra denek 1689 ile kontrol ekibinden biri konuşmaya başladılar.
-İyi misiniz Hanımefendi?
-İyiyim doktor Bey.
-Neler hissediyorsunuz?
-Başlangıçta epey kötüydü ama sonra bununla yüzleşmem gerektiğini hissedip devam ettim.
-Sonuçtan memnun musunuz peki? Yani odaya girmeden önceki halinize göre içinizde biriken şiddetten arınmış gibi hissedior musunuz?
-Cihazlarınız ne söylüyor? Rahatlamış görünüyor muyum?
-Cihazlarımız başlangıçta travmanın tetiklendiği yönünde işaretler verdi ve bu noktada biraz daha ileri gidilse müdahale edecektik. Ancak sonrasında kontrolü ele aldınız ve durumu lehinize çevirdiniz. Sonuç bizim açımızdan başarılı çünkü beyninizdeki rahatlamayı gözlemleyebildik. Yine de bunu sizden de duymak isteriz. Lütfen bizimle bu konudaki hislerinizi açıkça paylaşır mısınız?
-Aslında emin değilim. Rahatlamadım diyemem ama tüm bunların sadece bir sümülasyon olması da yetersiz geliyor. Çünkü benim acım gerçekti ve haliyle suçlu da gerçekti. Bu deneye katılan diğer pek çok insan hayali senaryolar üzerinden ya kendilerini ya da başkalarını kurtararak ve suçluları cezalandırarak öfkelerinden arınabiliyorlar. Oysa en nihayetinde benim elde ettiğim tek şey avuntu olacaktır.
-İzin verirseniz ekip olarak sizin için daha fazlasını da yapmak isteriz. Yeni simülasyonlar ve size özel alternatif sonlar hazırlayabiliriz.
-Ama zamanı geri alamazsınız.
-Anlayamadım Hanımefendi.
-Aslında beni rahatlatacak olan tek şey bu travmayı hiç yaşamamış olmaktı. Bu yüzden de alternatif sonlarınızdan sonuncusunu seçmek istedim. Ama son anda öfkeme yenilip ikinciye karar verdim.
-Peki neden üçüncü? Onu farklı kılan ne?
-Farklıydı çünkü o alternatif bana bağlı değildi. Tıpkı gerçekte yaşadığım travma gibi. Çünkü ben mücadele etmediğim ya da bir şekilde kurtarılmadığım için bu olaya maruz kalmadım. Bu kötülüğü bana yapmak isteyen biri var olduğu için maruz kaldım. Yani oluşturduğunuz bu son alternatif bana keşke hiçkimse bu kadar kötü olmasaydı diye düşündürdü.
Bunun üzerine doktor profesyonelce deneğe teşekkür ederek odadan ayrıldı. Fakat kontrol odasına gitmek yerine yalnız kalabileceği başka bir odaya girdi ve kadının söyledikleri üzerine uzun süre düşündü. Sonunda aklında beliren tek şey yaptıkları onca şeyin aslında koca bir hiç olduğuydu. Onca teknolojiyi kullanarak insanların sanal ortamda öfkelerini kusmalarını sağlıyorlardı ve sonuçta ellerine geçen tek şey herbirinin kendince sebeplerle şiddeti haklı görmesi oluyordu. Oysa insanlar söz konusu olduğunda gerçekten işe yarayacak tek şey, içlerindeki vahşiliği kusmalarına müsaade ederek daha şiddetsiz bir toplum yaratmayı ümit etmektense, o vahşilikten tümüyle kurtulmalarını sağlamaktı.
Vatansız Ilıklar
Günün birinde ilkellerden biri beğendiği evlerden birine girip yerleşti. Evin sahipleri o sırada şehir dışında tatildeydiler. Yaklaşık bir hafta sonra evlerine dönmek istediklerinde dört bir yana yerleşmiş ilkelleri gördüler.
Hemen polise haber veren ev sahipleri, olayı medyaya taşımayı da ihmal etmediler. Bu alışılmadık olay haliyle ülke genelinde şaşkınlık yarattı. Zira ilkeller medenilerin yaşadıkları topraklara geldikleri günden beri benzer şeyler oluyor ve ilkeller bu toprakların kanunlarına uymayı reddediyorlardı.
Olay büyüyünce ve medya da gelince polisler zor kullanmak konusunda tereddüt yaşadılar. Çünkü medya peşinden bir sürü ılığı da sürüklemişti ve bu ılıklar öyle insanlardı ki varlıkları medenilere ilkellerin varlıklarından daha çok zarar veriyordu.
Ilıkların görüşlerine göre bu zavallı insanlar(ilkelleri kastediyorlar) yerlerinden yurtlarından göçüp bu topraklara gelmekle zaten derin bir hüzne boğulmuşken bir de bizim onların kültürlerine laf etmemiz hoş olmuyordu. Oysa durum kültüre laf etme boyutunu falan çoktan geçmişti. İlkelin biri kafasına göre sahibi olmadığı bir eve yerleşmiş ve evin sahibi olan kişiyi kendi evine almıyordu.
Polisler haklı olarak evden çıkmak istemeyen ilkelleri zor kullanarak evden çıkarmak ve olayı kolaylıkla çözmek istiyorlardı. Fakat bu ılıklar olaya dahil olduktan sonra artık hiçbir şeyin çözümü o kadar kolay olamazdı. Çünkü ılıklara göre kaba kuvvet çözüm değildi. E o zaman bu ilkellerin yaptıkları nedir diye sorulduğunda ise, ''Ama onların kültürleri böyle efendim.'' cevabını veriyorlardı. Aslına bakarsanız hem ilkellerin hem de bu ılıkların hak ettiği şey şöyle iyi bir dayaktı ama işte bu ilkeller öyle yapışkan bir maddeden oluşuyorlardı ki birine bir fiske vursan yedi sülalene yapışıp ömür boyu rahat yüzü göstermezlerdi.
Sonunda olan evin gerçek sahiplerine olmuştu. Zavallı insanlar kendi evlerinin karşısına bir çadır kurup ilkellerin keyfinin yerine gelmesini bekliyorlardı. Tabi bu sırada ılıklar da tetikteydi. Çünkü ilkellerin her an polisin ya da ev sahiplerinin baskısına maruz kalacağını düşünüyorlardı. Bu yüzden onlar da evin yakınlarına çadır kurmuşlardı. Onlar kurunca medya da ayrılmıyor, bu kalabalık birbirini gırtlaklamasın diye polis de çaresiz gece gündüz aralarında nöbet tutuyordu.
Sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu ılıklar yandaşları olan medya sayesinde bu olayı tüm dünyaya duyurdular ve olayı kültürel soykırım girişimi olarak aktardılar. Bunun üzerine dünya basını durur mu? Tabi ki durmaz. Onlar da gelip evin civarına birer çadır kurdular. Onlar gelince ortalık iyice renklendi. Zira ilk iş olarak eve çöreklenen ilkel ile bir söyleşi yaptılar. Bu söyleşiyle birlikte onu bir özgürlük savaşçısı olarak dünyaya tanıttılar. Olayı dünyaya öyle bir anlattılar ki sonunda evin gerçek sahipleri çadırlarını söküp orayı terk etmek zorunda kaldılar.
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi örnek teşkil eden bu olayın ardından birçok gelişmiş devlet, bizimkine nota vermeye başladı. Ya topraklarımızdaki ilkellere uyguladığımız baskıdan bir an önce vazgeçecek ya da onları karşımızda bulacaktık. Sanırım buna en çok sevinenin bizim ılıklar olduğunu söylememe gerek yok.
O günden sonra ılıklar her gün bir yerlerde yürümeye başladılar. Ellerinde eve çöreklenen ilkelin sözde hakkını arayan, öfke dolu bir fotoğrafıyla gece demeden gündüz demeden ülkenin dört bir yanındaki tüm caddelerde yürümeye başladılar. Sonra ne mi oldu? Bir süre önce ortadan kaybolmak zorunda kalan zavallı ev sahipleri baskılara dayanamayarak kameraların karşısına geçip, o ilkele yaptıklarından ötürü özür dilemek zorunda kaldılar. Fakat bizim ılıklar bununla da yetinmedi ve olayın asıl mağduru olan günahsız insanlardan bir de tazminat talep ettiler. Garibim yurttaşlar çaresiz kalarak bunu da kabul ettiler ve ılıkların uluslararası hukuka uygun olarak belirledikleri tazminatı paşa paşa ödediler. Açıkçası bunu yaparken en azından canlarını kurtardıklarına şükreder hale gelmişlerdi.
Artık bundan sonra bir nebze de olsa rahatlayan ılıklar ev sahipleriyle uğraşmayı bıraktılar ve bu sefer de meclise yürüdüler. Çünkü bu büyük kazanımın herkes için geçerli bir yasa haline gelmesini istiyorlardı. Peki ne mi oldu? Bu arsız, yüzsüz, vatansız ılıklar meclisin önünde kamp kurdular. İnanmayacaksınız ama bazıları kendilerini yakma girişiminde bile bulundular. Sonunda devletimize nota üstüne nota yağdı ve meclis bu baskıların altından kalkamaz oldu.
Her şey birkaç hafta önce, bir ilkelin tümüyle keyfi olarak hiçbir hakkı olmadığı halde bir yurttaşımızın tapulu evine çöreklenmesiyle başladı. Sonrasında evin sahibi evini geri almak istese de vatansız ılıkların ve onların dış destekçilerinin baskılarıyla ev onu zorla zapteden ilkele kaldığı gibi bir de evin sahibi aynı ilkele özür mahiyetinde tazminat ödemek zorunda bırakıldı. Bununla da yetinmeyen vatansız ve haysiyetsiz ılıklar ve elbette onların dış destekçileri bu olayı meclise kadar taşıdıktan sonra binbir yalan ve iftira ile hükümeti iyice zora soktular. Fakat bu bile onlar için yeterli olmamıştı.
Tüm bu olayların başladığı günden yaklaşık iki ay sonra hükümet ağır ekonomik baskılara ve askeri tehditlere dayanamayarak bir karar almak zorunda kaldı. Yaşanan bu elim hadise bir milat kabul edilerek, bundan sonra ilkellere karşı daha ılımlı olunacağı ve onların kültürel farklılıklarına saygı duyulacağı açıklandı. Bunun için de evvela bir yasa çıkarıldı. Bu yasaya göre ilkeller kendi kültürlerine uygun biçimde istedikleri yere gidip yerleşecek, ev sahipleri de buna saygı duyacaktı. Aksi halde ev sahiplerine kültürel soykırım girişimi suçu işlemiş muamelesi yapılacak ve analarından emdikleri süt burunlarından getirilecekti.
Şüphesiz ki ılıklar mutluydu. Topraklarımıza ellerini kollarını sallayarak gelen bu medeniyetsiz ilkeller de mutluydu. Fakat en çok da kendi sınırlarından içeri bir tane ilkeli bile almayıp da hepsini bizim sınırlarımız içinde tutan ılık dostu batılılar mutluydu. Bir tek bu topraklarda yaşayan gerçek ev sahipleri mutsuzdu. Fakat onlar kimin umurundaydı ki?
Karanlıktaki Canavar
Karanlıktaki bir canavar var! Karanlıkta bir canavar var! Karanlıkta bir canavar var!
Siz belki onu görmüyorsunuz fakat ben görüyorum. Siz belki onu duymuyorsunuz fakat ben duyuyorum. Ben karanlıkta bir canavar olduğunu biliyorum ve ondan korkuyorum. Siz de korkun istiyorum. Çünkü bu canavarın derdi sadece benimle değil, hepimizle. Gün gelecek ve canavar aydınlığa çıkacak. O zaman hepiniz onu görecek ve duyacaksınız fakat çok geç olacak. Çünkü o gün geldiğinde canavar artık durdurulamaz boyutlara erişmiş olacak. Oysa şu anda o kadar da büyük değil ve zaten o yüzden karanlıkta. Saklanıyor ve büyümeyi bekliyor. Gücü hepimizi yok etmeye yetene değin büyümeye devam edecek ve zamanı geldiğinde o karanlıktan çıkıp aydınlığımıza saldıracak. Bizi bu çok güvendiğimiz aydınlığımızda yani evimizde katledecek.
Karanlıkta bir canavar olduğunu söyleyip durduğum ve halka endişe verdiğim gerekçesi ile suçlu bulunup hapsedildim. Böylelikle susturulmuş olmuştum. Böylelikle halka artık karanlıktaki canavardan bahsedemez olmuştum. Halk artık korkmuyordu. Çünkü kimse onlara karanlıktaki canavardan bahsetmiyordu. Oysa korkmalıydılar. Çünkü karanlıkta bir canavar var. Nasıl olur da halkı bu canavarın varlığı değil de var olduğunun söylenmesi korkutur? Nasıl olur da kimse merak edip de dalmaz o karanlığa? Nasıl olur da kimse aramaz o canavarı benden başka?
Ben hapsedildiğimden beri artık kimse karanlıkta bir canavar olduğunu söylemiyor. Belki benden başka görenler, duyanlar da oldu fakat benim başıma gelenler kendi başlarına da gelsin istemediklerinden susuyorlar. Yani karanlıkta bir canavar olduğunu biliyor ve susuyorlar. Oysa canavar büyüyor. Onlar küçük hesaplar peşinde koşarken, canavar aydınlığımıza saldırıp da hepimizi katledeceği günü hesap ederek belki de gülüyor. Karanlıkta bir canavar var. Siz onun varlığını görmezde gelseniz de, onun varlığını haykıranları hapsetseniz de ve onu yok saysanız da o canavar var ve büyüyor.
Belki bir yıl sonra, belki on yıl sonra ama bir gün mutlaka canavar aydınlığımıza saldıracak. O zaman bu kimin suçu olacak? Canavarın mı? Hiç sanmıyorum. Çünkü o bir canavar ve elbette canavarlığını yapacak. O bir katil ve elbette öldürecek. Ona kızmıyorum hatta onu anlıyorum. Oysa onun varlığını ciddiye almayan ve beni hapsedenleri anlayamıyorum. Karanlıktaki canavarı gördüm diye, onu duydum diye, onun gelecekte yaratacağı büyük tehlike konusunda halkı uyardım diye bana yapmadıklarını bırakmadılar. Susmamı istediler, para vermeye kalktılar, tehdit ettiler. Hibiri olmayınca hapsettiler, deli damgası vurdular. Peki neydi suçum? Halka karanlıktaki canavardan bahsetmek.
***
Hapiste geçirdiğim onca zamandan sonra benimle görüşmek isteyen biri olduğunu haber verdiler. Kim olduğunu sorduğumda yabancı bir gazeteci olduğunu söylediler. Onu tanımadığımı ve konuşmak istemediğimi söyledim ama bu kişi benimle görüşmek için ısrar etti. Ben de görüşmeyi kabul ettim.
Görüşme odasına girdiğimde gazeteci ayağa kalktı ve bana elini uzattı. Hiç tanımadığım bu kadının elini sıktım.
-Görüşmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyorum.
-Dilimizi nereden biliyorsunuz?
-Yurtdışında büyüdüm ve başka bir ülkenin vatandaşıyım ama yabancı değilim.
-O halde bizim memleketi iyi bilirsiniz.
-Evet, bilirim.
-Neden benimle görüşmek istediniz?
-Merak ettim sizi. Başınıza gelenler hiç hoş değildi. Önce sizi dinlemediler, sonra suçlu muamelesi yaptılar sonra da akıl hastasıymışsınız gibi davrandılar.
-Size göre neyim peki?
-Bence bir kahramansınız.
-Kahraman mı?
-Evet kahraman ama ya yanlış halkı kurtarmaya çalışıyorsunuz ya da yanlış yöntemler kullanıyorsunuz.
Kadın bunu söyleyince başta çok sinirlendim ama sonra üzerine düşününce istemeden de olsa ona hak verdim. Sahiden de başıma gelenlerden sonra ya kurtarmak istediğim çok sevgili halkımın gerçekte kurtulmak istemediğini ya da benim bu işi beceremediğimi düşünür olmuştum.
Kadın benim cevap vermeden düşüncelere daldığımı görünce devam etti.
-Kurtarıcı Paradoksu nedir biliyor musunuz?
-Hayır, hiç duymadım.
Bunun üzerine kadın çantasından bir dosya çıkardı ve içini açarak bana bir kağıt uzattı.
-Lütfen okuyun.
Kadının uzattığı kağıdı alıp okumaya başladım.
<Mart 05, 2023
Kurtarıcı Paradoksu
Kurtarılmayı istemeyenleri ya da kurtarıcıya ihtiyacı olmadığını düşünenleri kurtarmaya çalışmak, hem kurtarıcıya hem de kurtarılacak olana zarar veriyor.
Kurtarıcının gördüğü düşmanı, kurtarılacak olan görmüyordur ya da gördüğü halde yardım talebi yoktur. Bu şartlarda kurtarıcı, ya kurtarılacak olanın bunu istememesine rağmen bildiğini okuyacak ve onun hayatına burnunu sokacak ya da görünmeyen bir düşmanı görünür kılarak, kurtarılacak olanın zihninde aslında o ana değin varolmayan bir düşmanı bizzat yaratmış olacaktır.
Peki ama bu ne işe yarayacak?
Kurtarıcı, yaratmış olduğu(aslında bundan çok önce de varolan ama yeterince görünür olmayan) düşman ile mücadele ederken, bir de yokluğunda hiçbir zihni ağırlık hissedilmeyen bu düşmanın, varlığıyla ortaya çıkan kaygı, korku ya da kaosun yükü ile uğraşacaktır. Üstelik düşman artık gayet görünür kılındığı halde bile, yine de kurtarılmak istemeyen ya da buna ihtiyacı olmadığını düşünenlerin sayısı hiç de az olmayacaktır.
Tüm bunlar düşünüldüğünde, zeki bir kurtarıcının yapması gereken ilk şey düşmanı her yönü ile tanımak ise, ikinci şey de mutlaka bu düşmanın hedefindeki kitleyi iyi tanımaktır. Aksi halde düşmana karşı kazanılan zaferin bile, bu kitlenin gözünde bir değeri olmayacak ve hatta kurtarıcı, tehdidin gerçek boyutu asla görülmeyeceği için(çünkü düşman başarısız olmuştur), sorun yaratan bir figür olarak anılacak ve belki de ironik bir biçimde düşmanlaştırılacaktır.>
Kağıtta yazılanları okuduktan sonra kadına bakıp sordum.
-Benim bu tür bir paradoks içinde olduğumu mu düşünüyorsunuz?
-Siz öyle düşünmüyor musunuz?
Kağıda tekrar göz atıp öyle cevap verme gereği duydum ve kadının haklı olduğunu farkettim. Fakat kimdi ki bu kadın ve niçin bu konuyla bu kadar ilgiliydi?
-Hakkınız var. Durumum tam olarak bu. Peki şimdi ne olacak?
-Sonuçta herkes sizin haklı olduğunuzu görecek.
-Ama bu durumda canavar galip gelmiş olacak öyle değil mi?
-Kesinlikle öyle.
Kadın kafamı iyice karıştırmıştı ve ona güvenmiyordum. O yüzden risk alıp açıkça sordum.
-Siz bana inanıyor musunuz?
-Tabi ki inanıyorum.
Kadın bunu o kadar net söylemişti ki şaşırdım.
-O halde niçin susuyorsunuz?
-Siz konuştunuz da ne oldu?
Haklıydı. Ben konuşmuş ve hem suçlu hem de deli damgası yemiştim.
-O halde siz susmaya devam edecekesiniz.
-Aynen öyle yapacağım.
-Ne de olsa bu halk sizin halkınız değil.
Bu sefer kızan kadın olmuştu. Öfkeyle ellerini masaya vurdu ve cevap verdi.
-Nasıl böyle bir şey söylersiniz? Beni nasıl böyle bir canilikle suçlarsınız?
-Ama kendiniz söylediniz susmaya devam edeceğinizi.
-Savaşmanın başka yolları da var sayın kahraman. Karanlıkta canavar var, karanlıkta canavar var, hepimizi öldürecek diye bağırarak yaygara koparmaktan başka yolları da var.
Kadın bir kez daha haklıydı. Konuşmanın başında buraya geliş sebebinin merak olduğunu söylemişti. Buna inanmamıştım. Oysa şimdi ben de onu merak ediyordum. Kimdi bu kadın ve kurtarılmayı istemeyen bir halkı nasıl kurtaracaktı?
Afyon Savaşları
-Bu seçimlerde en çok afyonu biz dağıtacağız arkadaşlar. Hadi bakalım, göreyim sizi. Girilmedik sokak bırakmayın. Çantalarınızdaki afyonlar bitince gelip yenilerini alın. Sakın korkmayın afyonumuz biter diye. Bitmez. Uzun zamandır stokluyoruz. Herkesin afyonu biter, bizimkisi bitmez.
Hiç aklım almıyordu bu stratejiyi. Halkın onca derdi varken biz gece gündüz demeden afyon dağıtıyorduk. Gerçi bir alan memnun veren memnun durumu da vardı ortada ama yine aklıma takıldı ve sorma gereği duydum.
-Başkanım. Benim bir sorum vardı. İzninizle sorabilir miyim?
-Sor tabi evladım.
-Biz bu afyonları halka böyle bolca dağıtıyoruz ama halkın başka birçok sorunu var. Niye ille de afyon diye sormazlar mı?
-Sormazlar evladım.
-Ya sorarlarsa.
-Sormazlar evladım merak etme sen.
-Hayır yani başkanım, olur da sorarlarsa diye diyorum.
Benim bu ısrarıma hafiften öfkelenen başkan, yanındakilere dönüp bir şeyler söyledi. Belki de benim kim olduğumu soruyordu. Aldığı cevap hoşuna gitmiş olacak ki yüzündeki öfke birden kayboldu ve sabırla cevap vermeye devam etti.
-Sen daha gençsin evladım, milletimizin hassasiyetlerini bizim kadar iyi bilmezsin.
-Haklısınız ama başkanım, milletimizin tek hassasiyeti de afyon değildir diye düşünüyorum.
Bunun üzerine başkanın yüzü yeniden asıldı ve yine yanındakilere bir şeyler söyledi. Bu arada benim yanımdakiler de beni sıkıştırıyorlardı. Aralarına yeni katıldığım için henüz samimi olduğum kimse yoktu ama başkanı sinirlendirmem hoşlarına gitmemişti. O yüzde hepsi beni uyarma çabasına girişmişti.
-Yavrum sen şimdilik dediğimiz yap. Bak bakalım halkımız afyondan menun kalıyor mu kalmıyor mu? Sen haklıysan nasıl olsa biri de çıkar itirazını yapar. O zaman ben de derim ki bu kardeşimiz haklıymış, halkımızın başka hassasiyetleri de varmış. Ama böyle bir şey olmazsa ne diyeceğiz?
-Ne diyeceğiz başkanım?
-Demek ki halkımızın tek derdi afyonmuş diyeceğiz. Kimsenin afyondan başka derdi yokmuş diyeceğiz ve bu her derde deva afyonu halkımıza dağıtmaya devam edeceğiz.
Bu anlaşma aklıma yatmıştı. En azından bana söylediklerimi ispat etme şansı verilmişti. O yüzden daha fazla ısrar etmedim.
-Peki başkanım, siz nasıl uygun görürseniz öyle yapalım.
-Aferin evladım.
***
Tüm ekipler sokaklara dağıldıktan sonra ben de parçası olduğum ekiple birlikte sokaklardan birine girdim. Bu tür çalışmaların benim için iyi olacağını düşünüyordum çünkü bu sayede halkı gözlemleyebilirdim. Mümkün olduğunca herkesle konuşup notlar almak ve bu notları diğerleriyle paylaşmak istiyordum.
Cebimdeki defteri çıkarıp not tutmaya başladım. Önce tam olarak bulunduğum konumu yazdım ve tarih attım. Düzenli olmayı seviyordum. Ardından ilk bakışta gördüklerimi yazmaya başladım. Bir kere bu sokağın asfaltı oldukça kötüydü. Her yer çukur içindeydi ve kimi yerlerde de derin yarıklar vardı. Üstelik doğru düzgün su gideri de yoktu. Orta dereceli bir yağmur yağdığında bu sokak için bir felaket olurdu. Dikkatimi çeken bir diğer şey de sokaktaki elektrik lambalarıydı. Öncelikle direklerin sayısı yeterli değildi. Ayrıca çalışır vaziyette olanı da yoktu. Yani hava karardıktan sonra bu sokağı aydınlatan tek şey evlerden gelen ışıktı. Sokaktaki bir diğer sorun ise her tarafa yığılmış olan çöplerdi. Koca sokağın ne başında, ne sonunda ne de ortasında hiç çöp konteyneri yoktu. Herkes kapısının önünü çöplük yapmıştı ve bu da etrafa pis kokular yayılmasına sebep oluyordu.
Bir yandan notlarımı tutmaya devam ederken bi yandan da vatandaşlarla etkileşime geçmeye başlamış olan arkadaşlarıma yetişmeye çalışıyordum. Ama çok şaşırmıştım. Çünkü arkadaşlarımın tek yaptığı çantalarındaki afyonları vatandaşlara dağıtmaktı. Doğrusu buna öfkelenmiştim. Yine de gözlemime devam ettim ve şaşkınlığım her geçen dakika arttı. Çünkü halk bu durumdan memnundu. Dağıtılan afyonu alırkenki mutlulukları tarif edilemezdi. Açıkçası bu sahneleri gördükçe başkana hak vermeye başladım.
Bir süre sonra sokağın diğer ucunda rakip partiden arkadaşları gördük. Onlar da kendi afyonlarını dağıtıyorlardı ve bizi görünce dağıttıkları afyonları arttırmaya başladılar. Onlar arttırınca çaresiz bizimkiler de arttırdılar ve kısa sürede afyonumuz tükendi. Daha tecrübeli arkadaşım beni parti binasına gönderdi ve durumu yetkililere anlatmamı istedi. Ben de dediğini yaparak parti binasına koştum. Aslında böyle işlerde pek iyi değildim ama kendimi göstermek de istiyordum. O yüzden olayı mümkün olduğunca detaylıca anlatmaya çalıştım.
Yetkili arkadaşlar rakip partinin bu hamlesine çok sinirlenerek yanıma iki kişi daha verdiler ve bize küçük bir araç tahsis ettiler. Bu araç ağzına kadar afyon doluydu. Sokağa girdiğimizde bizim partiden arkadaşlar önce sevindiler ama biraz sonra rakip partinin de destek çağırdığını görünce moraller yeniden bozuldu.
En tecrübelimiz Recep amir, bir durum değerlendirmesi yaptı ve bu sokağı mutlaka kazanmamız gerektiğini söyledi. Recep amirin ağzı oldukça iyi laf yapıyordu. Hemen herbirimize bir görev verdi ve bizi organize etti. Kimimiz aracı boşaltıyor, kimimiz halka bolca afyon dağıtıyor, kimimiz ise yeni afyonları almak üzere parti binasına koşturuyordu.
Bir süre sonra bizim afyonların sayısı rakip partinin afyonlarını bastırınca bir tür zafer kazanmıştık. Ancak elbette bu kadarıyla yetinemezdik. Düşmanı bu sokaktan püskürtmüş olmak elbette iyi bir başarıydı ama ya diğer sokaklar, onlar ne olacaktı?
Recep amir başımızda, biz ise sırtımızda afyon küfeleriyle onun peşinde mahallede gezmedik sokak bırakmadık. Akşam olduğunda birinci afyon savaşlarının galibi olan Recep komutan ve onun azimli askerleri olarak parti binasında sevinçle karşılandık. Recep amir bu başarının üzerine Afyon İşlerinden Sorumlu Genel İdare Amiri oldu. Ona üzerinde AİSGİA yazan bir şapka ve rozet takdim ettiler. Hepimiz bu durumdan memnun olmuştuk. Sonuçta biz de Recep amirin ekibindendik.
Ertesi gün sabahtan parti binasında toplandık. Biraz uykusuzdum çünkü gece boyunca gün içinde yaşadıklarımı düşünmüştüm ve nihayetinde bugünkü afyon savaşı için hazırdım. Yine de önce Recep amir ile not aldığım bazı sorunları konuşmak istedim ve her yerde onu aradım. Oysa Recep amir ortada yoktu. Diğerlerine sorduğumda bana güldüler. Recep amir artık buralara uğramaz dediler. Niye diye sorduğumda onun çok daha önemli bir göreve getirildiğini söylediler.
Meğer bizim Recep amir gece yarısı gelen bir telefon ile Ankara'ya çağrılmış ve yapılan sade bir tören ile Afyon Koordinasyon ve Planlama Merkezi Müdürlüğüne başkan olarak atanmış. Bu atamaya şaşırmış olmakla birlikte onun adına sevinmiştim. Peki ama şimdi ne olacaktı? Dünkü afyon savaşını sayesinde kazandığımız Recep amir artık yoktu. Oysa seçime daha çok vardı ve her gün yeni bir afyon savaşı riskiyle karşı karşıya olabilirdik.
Ben bu düşüncelerle meşgulken başkan içeri girdi ve konuşmaya başladı. Yine bilindik şeyler söylüyordu. Ben de bu sefer çıt çıkarmadan dinliyordum. Gel gelelim başkanın afyon konusuna bir önceki günkü kadar değinmediğini görünce öfkelenmiştim.
-Başkanım. Benim bir sorum vardı. İzninizle sorabilir miyim?
-Sor tabi evladım.
-Dün yaşadığımız en büyük sıkıntı cepheye gelen afyon sevkiyatının pek yetersiz oluşuydu. Acaba bugün de aynı sıkıntı olacak mı yoksa gerekli önlemler alındı mı?
Sorduğum soru karşısında başkanın gözleri dolmuştu. Evvela yanındakilere bir şeyler söyledi, ardından da yanıma gelip herkesin içinde beni tebrik ederek alnımdan öptü.
-Seninle gurur duyuyorum evladım.
-Sağolun başkanım. Ben de size layık olmaya çalışıyorum.
Biraz sonra başkan odadan ayrılınca yardımcısı yanıma geldi ve bana bir rozet takdim etti. Bu rozet afyon dağıtım amirlerine verilen rozetlerdendi. Yani Recep amirin genel idare amiri olmadan önceki rütbesi.
Gözlerimden akan yaşlara güçlükle mani oluyordum. Emeklerimin karşılığını alacağımı elbette biliyordum ancak bu kadar çabuk olacağını tahmin etmiyordum. Verilen rozetin de gazıyla sokaklara dağılmadan önce ekibimi karşıma aldım ve onlara tıpkı Recep amirin bir önceki gün bize yaptığı gibi harika bir konuşma yaptım. Artık ekip olarak yeni bir afyon savaşına hazırdık.
Uğur Böceği
Uğur Böceği'nin dileği, ne büyümek ne güzelleşmek ne de başka bir şekle bürünmekmiş. Uğur Böceği'nin dileği, ne sonsuza dek yaşamak ne daha fazlasına sahip olmak ne de geçmişini değiştirmekmiş. Uğur Böceği dününden de bugününden de memnunmuş. Uğur Böceği öyle bir karaktere sahipmiş ki dileği gerçek olmasa bile yarınından da memnun olurmuş. Zaten Uğur Böceği'nin dileği aslında kendisi için değil, şu zavallı insanlar içinmiş. Kimi parayla, kimi güzellikle, kimi de birazcık talihle mutlu olabilirmiş. Fakat asla anlayamadığı bir nedenle tanrıları onlara istediklerini vermezmiş.
Uğur Böceği, insanların ona nasıl yalvardıklarını pek çok kez işitmiş. Ona sözler verdiklerini, yeminler ettiklerini işitmiş. Fakat tanrılarının onlara hiçbir cevap verdiğini işitmemiş. Kimileri yerde ya da gökte olanları ondan bilse de Uğur Böceği Tanrı'nın iletişim yolunun bu olduğunu düşünmezmiş. Tanrıları onlarla mutlaka konuşuyordur fakat onlar tanrılarını duyamıyorlardır diye düşünürmüş.
Uğur Böceği insanlardan hiçbir kötülük görmediği için bu durumu kendine dert edinmiş. Zira insanların pek çoğu onu sever, avuçlarına alır, bir süre keyifle seyreder ve zarar vermeden uçmasına müsaade edermiş. Bu nedenle de Uğur Böceği kendini tüm insanlığa karşı sorumlu hissedermiş.
Bir gün Uğur Böceği tıpkı insanların yaptıkları gibi Tanrı'ya yalvarmış ve ondan kendisi vasıtasıyla insanlara yardım etmesini istemiş. Böylelikle hem insanlara borcunu ödeyecek hem de tanrıları ile aralarında güçlü bir iletişim sağlayacakmış. Her nedense bu fikir Tanrı'nın da hoşuna gitmiş ve Uğur Böceği'ne istediğini vermiş.
Uğur Böceği rengarenk kanatlarında hissettiği güçle Tanrı'nın kendisine bir şeyler yaptığını anlamış ve ona şükranlarını sunduktan sonra onun zavallı insanlarına yardım için uçmaya başlamış.
***
Güzel bir öğle sonrası yemyeşil bir parka giren Uğur Böceği'nin ilk durağı sevgilisinden ayrıldığı için ağlayan bir kızcağızdı. Onun yanına konup parmak ucuna dokundu. Genç kız bu tatlı Uğur Böceği'ni görünce bir anlığına acısını unutup onunla ilgilenmeye başladı. Onu avuçlarında gezdirdi, okşadı, öptü ve bir süreliğine de olsa mutlu oldu. Uğur Böceği tam da yardım edilecek bir insan diye düşünerek bu kızcağıza yardım etmeye karar verdi. Genç kızın şaşkın bakışları arasında avucundan uçarak kulağına yükseldi ve fısıldamaya başladı.
-Dile benden ne dilersen güzel insan. Beni sana Tanrı gönderdi. Hadi söyle, mutlu olmak için dileğin nedir?
Genç kız önce duyduklarına inanamadı ve kulağına fısıldayan bu böceği endişeyle avucuna aldı. Ona dikkatlice bakarken, bir yandan da gözlerini ovuşturuyor ve aklını kaçırıp kaçırmadığına emin olmaya çalışıyordu. Uğur Böceği ise kızın bu halini anlayışla karşılıyor ve dileğini öğrenene kadar fısıldamaya devam ediyordu.
-Korkma güzel insan. Beni sana Tanrı gönderdi. Hadi söyle, mutlu olmak için dileğin nedir?
Genç kız bir süre sonra yaşadığı şoku atlatarak Uğur Böceği'nin Tanrı tarafından gönderildiğine ikna oldu.
-Dileğim şudur tatlı Uğur Böceği, o adi herifin acı içinde ölmesini istiyorum.
Uğur Böceği donup kalmıştı. Böyle bir dileği asla beklemiyordu. Gözleri yaşlı, acı içindeki bir genç kızın ondan sevgi, huzur, mutluluk, şans gibi şeyler dilemesini bekliyordu. Oysa bu güzeller güzeli genç kız, dilek hakkını bir başkasının acı içinde ölmesinden yana kullanmıştı.
-Üzgünüm güzel insan ama bu dileğini yerine getiremem. Lütfen benden kötü şeyler dileme.
Bunun üzerine genç kız kaşlarını çatmış, yüzündeki sevecenlik kaybolmuş ve bağırmaya başlamıştı.
-Ne dileyeceğime sen mi karar vereceksin pis böcek. Madem seni Tanrı gönderdi o halde sadece işini yap ve dileğimi yerine getir. Beni terk eden o adi herifin acı içinde ölmesini istiyorum. Hatta benden başka birini severse, o sevdiği kişinin de taş olmasını ve sonsuza dek öylece kalmasını istiyorum.
Uğur Böceği duyduklarına inanamıyordu. Bunlar ne korkunç isteklerdi böyle. Demek ki her insan göründüğü kadar iyi değilmiş diye düşündü ve çabucak kızın yanından uzaklaştı.
Az önce yaşadıklarını tek seferlik bir talihsizlik olarak gören Uğur Böceği, yeniden yardım edecek bir insan aramaya koyuldu. Bir süre uçtuktan sonra yalnız başına çay içen ihtiyar bir adam gördü ve hızla yanına uçtu. İhtiyar, parmak ucuna konan bu tatlı Uğur Böceği'ni büyük bir sevecenlikle avuçlarına aldı ve onunla bir çocukla konuşur gibi konuşmaya başladı.
Uğur Böceği artık zamanının geldiği düşünerek ihtiyarın kulağına doğru uçtu ve fısıldadı.
-Dile benden ne dilersen güzel insan. Beni sana Tanrı gönderdi. Hadi söyle, mutlu olmak için dileğin nedir?
İhtiyar dehşetle gözlerini açtı ve kalbini tuttu. Uğur Böceği ona kötü bir şey olacağını hissettiği için yeniden ihtiyarın avuçlarına kondu ve korkmaması konusunda onu uyardı.
-Korkma güzel insan. Beni sana Tanrı gönderdi. Hadi söyle, mutlu olmak için dileğin nedir?
İhtiyar elini göğsünden çekip diğer avucunun içinde duran tatlı böceğe doğru götürdü ve ona dokundu.
-Merak etme güzel insan. Benden sana zarar gelmez.
-Ama bu nasıl olur?
-Tanrı isterse neden olmasın güzel insan. Hadi söyle, mutlu olmak için dileğin nedir?
İhtiyar artık ikna olmuştu. Bir süre düşünüp dertlerini gözden geçirdikten sonra hızlıca dileğini söyledi.
-Yeniden genç olmak istiyorum.
Uğur Böceği bir süre düşündü. Aslında bu makul bir istekti. Ama Tanrı'nın kendisine verdiği güçler arasında bu yoktu.
-Üzgünüm güzel insan. İsteğine saygı duyuyorum ama ne yazık ki Tanrı bana böyle bir güç vermedi. Lütfen başka bir şey dile.
İhtiyar bu cevaba biraz bozulsa da belli etmedi ve hemen aklına gelen diğer dileği söyledi.
-O halde çok param olsun istiyorum. Harcamakla bitiremeyeceğim kadar çok param olsun.
Uğur Böceği para ile ilgili bir sınırlama olmadığı için bu dileği yerine getirebileceğini biliyordu. ama yine de merak etti.
-Dileğini yerine getireceğim güzel insan. Ancak lütfen merakımı bağışla ve bana açıkla. Neden sağlık, huzur ya da aşk değil de para istiyorsun? Üstelik de harcamakla bitiremeyeceğin kadar çok para.
İhtiyar bu zavallı böceğe gülümseyerek baktı ve cevabını verdi.
-Senin hayatında para diye bir şey olmadığı için onun değerini de bilmiyorsun zavallı böcek. Oysa insanlar için en önemli şey paradır.
-Para, sağlıktan da mı önemlidir peki?
İhtiyar bu sefer daha da çok gülmüştü.
-Parası olmayanın sağlığı olur mu sanıyorsun ah zavallı böcek.
Uğur Böceği, ihtiyarı hiç anlamamıştı ama yine de dilek dilektir diye düşündü ve ona harcamakla bitiremeyeceği kadar çok para verdi. İhtiyar sevinçle masadan kalktı ve gücü yettiğince dans etmeye başladı. Onun bu sevincini gören Uğur Böceği, beklediği gibi olmasa da yine de mutluydu ve artık yoluna devam edebilirdi.
Uğur Böceği bir süre bakındıktan sonra tam da yardım etmeyi isteyeceği türden yeni birini buldu. Bu bir dilenciydi. Kucağında bir bebekle gelip geçenden yardım dilenen bu kadın Uğur Böceği'ni diğerleri kadar hoş karşılamadı. Fakat Uğur Böceği onun ne kadar zor bir hayat yaşadığını ve mutsuz olduğunu görebiliyordu. Bu yüzden ona darılmadı ve kulağına uçup fısıldadı.
-Dile benden ne dilersen güzel insan. Beni sana Tanrı gönderdi. Hadi söyle, mutlu olmak için dileğin nedir?
Dilenci kadın, kulağında vızıldayan bu böceği elinin tersiyle itti. Uğur Böceği buna şaşırmıştı fakat vazgeçmedi. Tekrar uçarak yine aynı şekilde fısıldadı.
-Dile benden ne dilersen güzel insan. Beni sana Tanrı gönderdi. Hadi söyle, mutlu olmak için dileğin nedir?
Kadın bu sefer ayağındaki terliği alıp söylenerek böceği kulağından kovaladı. Uğur Böceği nihayet sorunu anlamıştı. Bu kadın başka bir dilde konuşuyordu. Uğur Böceği bir süre düşündükten sonra az önceki ihtiyarın söylediklerin hatırladı.
-Senin hayatında para diye bir şey olmadığı için onun değerini de bilmiyorsun zavallı böcek. Oysa insanlar için en önemli şey paradır.
O halde ben de ona para veririm diye düşünerek kadının kucağına bir tomar para gönderdi. Kadın nereden geldiğini anlayamadığı bu parayı görünce önce bir şaşkınlık çığlığı attı fakat sonra çabucak onu eteğinin altına gizleyerek dilenmeye devam etti. Uğur Böceği küçücük paralar için tüm gün yardım dilenen bu kadının bir tomar parayı kucağında bulunca küçük bir şaşkınlığın ardından tekrar dilenmeye devam etmesini garip karşıladı. Neler olduğunu iyice anlamak için kadının kucağına bir tomar para daha gönderdi. Kadın bu sefer herhangi bir şakınlık çığlığı dahi atmadan aynı çabuklukla parayı yine sakladı ve hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti.
Uğur Böceği bu yaşadıklarına anlam verememişti. Bu kadn mutlu olmuş muydu yoksa olmamış mıydı? Daha fazlasını mı istiyordu? Yoksa istediği başka bir şey mi vardı? Bunu öğrenmenin tek yolu onu bir süre daha izlemekti.
Uğur Böceği uzunca bir süre o kadını izledi. Nihayet hava kararınca kadın oturduğu yerden toparlandı ve yürümeye başladı. Birkaç yüz metre yürüdükten sonra bir arabaya yanaştı ve bagajını açarak üzerini değiştirdi. İş kıyafetlerini çıkaran kadın, birkaç dakika içinde bambaşka birine dönüşmüştü. Bebeğini de aynı şekilde temizleyip giydiren kadın onu arka koltuğa bağladıktan sonra o günkü hasılatı da güzelce istifledi ve direksiyona geçerek oradan uzaklaştı.
Uğur Böceği çok sinirlenmişti. Çünkü bu kadın sadece ona değil gün boyu ona yardım eden herkese de kötülük etmişti. Sanırım bu konuyu Tanrı ile konuşması gerekiyordu.
Günün sonunda Uğur Böceği genç bir kızın canice isteklerini yerine getirmemiş fakat aç gözlü bir ihtiyara haracamakla bitiremeyeceği kadar çok para vermişti. Ayrıca istemeden de olsa bir sahtekarı ihya etmiş ve Tanrı'nın kendisine verdiği gücü kötüye kullanmıştı. Oysa güne başlarken ne de umutluydu. Belki de uğur Böceği insanları sandığı kadar iyi tanımıyordu ve belki de daha en başından Tanrı'nın işine hiç karışmamalıydı.
Adil’in Adalet Anlayışı
Evden çıkmadan önce son kez aynaya bakma ihtiyacı hisseden Adil, yüzündeki maskeyi sıyırdı. Heyecandan ve sıcaktan ter içinde kalmış yüzünü en ince datayına kadar inceledi. Korkuyordu ve bu korku en çok da gözlerinden belli oluyordu. Maskeyi tekrar başına geçirdi fakat gözleri hâlâ açıktaydı ve bu şekilde devam etmek istemedi. Derhal odasına döndü ve çekmecelerini karıştırarak, siyah camlı bir gözlük buldu. Yeniden aynanın karşısına geldiğinde artık gözlerindeki korkunun tümüyle anlaşılmaz olduğuna ikna olmuştu. Az önce kenara bıraktığı metal sopasını yeniden eline aldı ve kendine şimdi bir de bu haliyle baktı. Artık tam bir tehdit gibi gözüküyordu. Tüm vücudu siyahlar içindeydi. Bu sayede gecenin karanlığında fark edilmesi güç olacaktı. Hiçbir eksiği olmadığına karar verdi ve elindeki metal sopayı ceketinin içine gizleyerek, evden ayrıldı.
Evden çıkar çıkmaz, aklına gelen ilk şey apartmanın ön kapıyı izleyen kamerası oldu. Ona yakalanmamak için merdivenleri kullandı. Çünkü kamera bulunduğu açı gereği hem asansörü hem de kapıyı görüyordu. Sırtını duvara yaslayarak merdiven boyunca ilerleyip kameraya uzandı ve cebinden çıkardığı bir yapışkan ile ön yüzeyini örttü. Zaten kayıtlar birkaç saatte bir otomatik olarak siliniyordu. Ayrıca dönünce bu yapışkanı tekrar alacaktı. Gecenin bu saatinde ondan başkasının ayakta olacağını da pek sanmıyordu. Yine de yüzünü kapattığı kameranın karşısına geçip şöyle bir baktı ve hiçbir şekilde görünmediğine emin oldu.
Biraz sonra nihayet sorunsuz şekilde apartmandan çıkış yapmıştı. Sokağa çıkınca önce etrafına bakındı ve ortalıkta kimsenin olmadığına emin olunca yürümeye başladı. Temkinli olup sürekli etrafını gözleyerek adımlarını hızlandırdı ve birkaç dakika içinde de ana caddeye çıktı. Fakat hemen sonra az da olsa yoldan geçen arabalar olduğunu fark etti ve yeniden ıssız sokağa girdi. Geriye dönüp parkın içinden geçmeye karar verdi.
Merdivenlerden inerken parkta sadece birkaç başıboş köpek olduğunu gördü fakat onlar da uyku halindeydiler ve onu fark etmediler. Köpeklere aldırmadan yoluna devam etti ve hızlıca park boyunca yürüdü.
Sıcak, yüzündeki maskeyi dayanılmaz hale getirmişti. Birkaç saniyeliğine çıkarmayı düşündü ama hemen sonra bundan vazgeçti. Bir dahakine başka bir çözüm bulabilirdi, ancak şimdilik bu şekilde devam etmeliydi.
Parkın çıkışına geldiğinde karşısında duran köprüyü bir süre izledi. Üzerinden geçmesi gerekiyordu fakat bu görülme riskini bir hayli arttıracaktı. Başka şansı olmadığını düşünerek caddeye doğru adımını attı ama tam o sırada bir araba geldiğini görerek bundan vazgeçti.
Bu şekilde birkaç başarısız denemenin ardından nihayet bir süre hiç araba geçmeyince, cesaretini topladı ve hafif tempoda koşarak bir çırpıda köprüyü geçti. Sonrasında hemen otobüs durağının ardına gizlendi. Nefes nefese kalmıştı. Yalnızca stres değildi bunun sebebi şüphesiz. Hafif tempoda bile olsa koşmak ona iyi gelmemişti ve maske artık daha da dayanılmaz bir hal almıştı.
Sonunda dayanamayarak maskeyi çıkardı ve sırtını durağa yaslayarak bir süre o şekilde soluklandı. Tüm vücudu sırılsıklam olmuştu. Bir dahakine her yeri örteceğim diye bu kadar çok şey giymemeliydi.
Yeterince dinlendiğine karar vererek maskeyi yeniden taktı ve yavaşça doğruldu. Fakat henüz birkaç adım atmıştı ki uzaklardan gelen bir siren sesi duyuldu. Onun bir polis aracına ait olduğunu varsayarak geri döndü ve yeniden sırtını durağa yaslayarak yere çömeldi. Bir süre sonra aracın sesi uzaklaşmaya başlayınca yeniden ayağa kalktı ve yürümeye başladı.
Bu şekilde birkaç yüz metra daha yürüdükten sonra nihayet hedefine varmıştı. Daha önceden belirlediği izleme konumuna geçerek kendisini gizledi ve beklemeye koyuldu. Saatine bakıp geç kalmadığına emin oldu. Hedefindeki adam her gece aynı saatlerde bu meyhaneden çıkış yapıyor ve kör kütük sarhoş halde oluyordu. Kendisine kıyasla oldukça güçlü olduğunu bildiği bu adama dersini vermek için, iyice sarhoş olmasından başka yol yoktu.
Biraz sonra meyhanenin kapısı açıldı fakat bir başkası çıktı. Çıkan adam bir sigara yaktı ve orada dikilip içti. Ardından kapı bir kez daha açıldı. Bu kez çıkan hedefindeki adamdı. Adam o denli iriydi ki diğer adam yanında ufacık kalmıştı. O da bir sigara yaktı. İki adam birlikte sigaralarını içerken pek konuşmadılar. Ardından ufak adam sigarasını söndürüp diğeriyle vedalaştı ve yeniden içeri girdi. Hedef artık yalnız kalşmıştı. Sigarasının bitmesini beklemeden yola koyuldu.
Adil, birkaç gece üst üste takip ettiği bu adamın eve gittiği yol boyunca neler yapacağını adım adım biliyordu. Adam yol boyunca mutlaka sigara içerdi. Yani aslında pek de içtiği söylenemezdi. Sigara elinde öylece yanardı ama adam genelde bunu unutur ve sallana sallana yürürdü. Bazen sigarası aklına gelince biraz duraksar ve birkaç nefes alır sonra yürümeye devam ederdi fakat biraz sonra sigarayı yine unuturdu. Birkaç dakika sonra mutlaka durur ve caddenin kuytu bir köşesinde kalan ağacın altına işerdi. Burası Adil'in onu haklamayı planladığı yerdi.
İri adam sallana sallana kuytuya girdi ve birkaç metre sonra da ağaca ulaştı. O sırada sigarası yeniden aklına gelmişti. Durup birkaç nefes daha almaya çalıştı ve sigaranın çoktan bittiğini anladı. Cebinden paketini çıkarıp yeni bir tane yaktı. İlk nefesi çektikten sonra sigarayı yeniden eline aldı ve bu eliyle ağaçtan destek alarak diğer eliyle pantolonunun fermuarını açtı. İşemesi bir dakikadan uzun sürüyordu. Adil, onun tam da bu anda en savunmasız halinde olduğunu biliyordu. Ceketinin cebinde gizlediği metal sopayı çıkardı ve adama yaklaşmaya başladı. Stres ve korku önce yükselip zirve yapmış fakat adama yaklaştıkça bir miktar azalmıştı. Elindeki sopa ona güç veriyordu adeta. Ayrıca sırtı dönük adam her ne kadar kendisinden iri olsa da ayakta durmakta bile güçlük çekiyordu.
Önemli olan ilk darbe diye düşündü Adil ve sopayı iyice kavrayarak adamın bir metre arkasına kadar ilerledi. Adam hâlâ işiyordu. Adil, önce tekrar etrafı kontrol etti. Ortalıkta kimsenin olmadığına emin olunca sopayı kaldırdı ve iri adamın başına doğru güçlü bir darbe indirdi.
Adil, adamın aldığı darbe ile acı içinde bağıracağını sanıyordu. Bu nedenle de çabucak ikinci darbeyi indirmeyi planlıyordu. Fakat adam beklediği gibi tepki vermedi. İlk darbeyi alır almaz ağaca dayalı eli boşa düştü ve dayanağı kalmayan adam öne doğru devrildi. Bu sırada hâlâ işemeye devam ediyordu. Adil yeniden etrafı kolaçan etti ve kimsenin olmadığına emin olunca adama iyice yaklaşarak bacaklarına doğru güçlü bir darbe daha indirdi. Bu kadar kolay olacağını düşünmemişti. Artık bu iki darbenin ardından adamın kendisi için bir tehdit olmadığını anlayarak daha da yüreklendi ve beline doğru bir darbe daha indirdi. Amacı onu iyice hırpalamaktı.
Demek böyle bir şeymiş diye düşündü Adil ve indirdiği dördüncü darbeyi bu sefer keyif alarak indirdi. Sonra beş ve altı ve yedi. Artık vuramayacak hale gelinceye kadar yerdeki adama vurmaya devam etti. Elindeki metal sopanın gücünü tam olarak bilemediği için mümkün olduğunca güçlü darbeler indirmeye gayret ediyordu. Sonunda nefes nefese kalarak dizlerinin üzerine çöktü. Hemen sonra kendine gelip etrafı yeniden kontrol etti. Her ne kadar içinde bulunduğu bu andan müthiş bir keyif alsa da artık gitmeliydi.
Adamın yediği darbelerin etkisiyle baytıldığına emindi. Uyandığında her tarafı ağrıyacak ve belki de birkaç gününü hastanede geçirecekti. Bunu düşündükçe daha da keyiflendi çünkü ona iyi bir ders vermişti.
Tam gidecekken son kez geri döndü ve artık hiç hareket etmeyen adama bir darbe daha indirdi. Bu hayatının en güzel gecesi olabilirdi. Hatta bunca zaman korkup tereddüt etmesine bile şaşıyordu. Oysa işte her şey ne kadar da kolay gerçekleşmişti. Bir anlığına durup gökyüzüne baktı ve hafifçe esen rüzgarın sesini dinledi. İçi hiç olmadığı kadar huzurla dolmuştu. Fakat artık sahiden de gitmeliydi. Yamulan maskesini düzeltip, sırtını ağaca yasladı ve bir süre dinlendi. Sonra da geldiği yoldan geri döndü.
Yol boyunca tedbiri elden hiç bırakmamıştı ve kesinlikle tek bir canlıya bile görünmediğine emindi. Apartmana girdiğinde kameranın hâlâ bıraktığı şekilde olduğunu gördü. Sırtını duvara yaslayarak koyduğu yapışkanı aldı ve yüzünde yeniden bir rahatlama oluştu. Ardından merdivenleri hızla çıkarak eve girdi.
***
Adil, o geceyi huzurla uyuyarak geçirdi ve sabah olduğunda da aynı huzurla uyandı. Aslında henüz bir katil olduğunun fakında değildi ve bu nedenle de hâlâ huzurla doluydu. Çünkü tek yaptığı etrafındakilere zarar vermek olan kaba saba bir alkoliğe haddini bildirmişti. Onu fena halde benzetmiş ve belki de hayatının dersini vermişti. Oysa çok geçmeden feci halde dövülen adamın öldüğü haberi duyulmuştu. Hiçbir seveni olmayan bu alkoliğin öldüğüne üzülen olmamıştı şüphesiz fakat Adil yine de pişmandı. Çünkü amacı onu öldürmek değildi. Bu işe yaramaz adamın yaşamaya devam etmesinin hiçbir anlamı olduğunu düşünmese de onu öldürmek istememişti.
Adil hayat veren olmadığı gibi hayat alan olmadığını da biliyordu ve kuşkusuz istemeden aldığı bu hayat ömrünün sonuna kadar ruhuna bir tür pişmanlık verecekti. Bunu aşmak için yapabileceği tek şey bu ölümü anlamlı kılmaktı. Gel gelelim bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Onun tek isteği bir nebze olsun adalet sağlamaktı. Oysa geldiği noktada aşırıya kaçtığını içtenlikle kabul ediyordu.
O günden sonra Adil asla eskisi gibi olamadı. Hemen her gün aynı şeyi düşünüyordu. O adamın yaşam hakkını çalmak, belki de onun yaptığı tüm kötülüklerden daha kötü bir şeydi ve Adil bunu keyif alarak yapmıştı. Evet belki niyeti öldürmek değildi fakat ona darbe üstüne darbe inidirirken gerçekten de keyif almıştı ve bu utanç vericiydi.
Bu işler hiç de filmlerde olduğu gibi olmuyormuş diye düşünüyordu Adil. Bunu her gün, günün her saati düşünüyordu ve istemeden de olsa öldürmüş olduğu adamın zavallı yüzünü hayal etmeden yapamıyordu. Aslında onu öldürene değin adamın Adil açısından hiçbir önemi yoktu. Onu tamamen rastgele seçmişti. Zaten elinde çok fazla seçenek de yoktu. Sonuçta o bir profesyonel değildi. Kötü insan olduğuna çabucak emin olmuş, planını yapmış ve ona hak ettiği dersi vermek istemişti.
Şimdi, olanlardan sonra tüm bu yaklaşımın yanlış olduğunun farkına varan Adil, en az o adamın hak ettiği kadarını yaşamayı hak ettiğini biliyordu. Oysa dışarıdan bakılınca harikulade bir yaşam sürdüğü için hiçkimsenin aklına ona hak ettiğini vermek gelemezdi. Çünkü Adil, kimsesiz ve sevilmeyen bir alkolik değildi. O toplum nazarında saygın biriydi. Diğerlerinin böyle düşünmesi bir yana yakın zamana kadar Adil'in kendisi bile böyle düşünüyordu. Oysa gerçek hiç de göründüğü gibi değildi.
Belki de en büyük zararı kendisine olan bir alkolik, toplumun saygın bir kişiliğinin kendince sağladığını düşündüğü adaletin kurbanı olmuştu. Oysa yaşarken bir tür haşere kabul edilen o alkolik sayesinde Adil, aslında ne kadar da iğrenç bir insan olduğunu fark etmişti. Zira o geceden bu yana pek çok şeyi düşünmüş fakat teslim olmak asla aklına gelmemişti. O adamı öldürdüğüne elbette pişmandı fakat onu asıl korkutan şey, ortaya çıkan bu gerçek sebebiyle saygınlığını yitirecek olmasıydı. Yani aslında Adil o zavallı alkoliğin ölmesinden çok, toplumun gözünde inşa ettiğini düşündüğü Adil Bey imajının ölecek olması ihtimalinden hoşnutsuzdu. Ne kadar da acizce bir düşünceydi bu ve belki de her şeye rağmen o isimsiz alkolik, ömrü boyunca böyle içi boş bir kibre sahip olmamıştı.
Potansiyel Tehdit
Canlı bombaları anlamak imkansızdır. Bir insanın diğer hayatları değersiz görmesi bir noktaya kadar anlaşılabilir fakat kendi hayatını her ne sebeple olursa olsun bu şekilde ortadan kaldırması anlaşılır gibi değildir. Tabi yıllar içinde gördüğümüz üzere bir insanı kendi ölümüne ikna etmenin ve onu bu ölümün kutsiyetine inandırmanın pek çok yolu var. Ancak şu an içinde bulunduğumuz böyle bir durum değil.
-Neden teslim oldun?
-Amacım buydu.
-Amacının kendini patlatmak olduğunu sanıyordum.
-O da bir amaçtır elbette ama benim amacım değildi.
-Senin amacın neydi peki?
-Oluşturduğum büyük potansiyele rağmen, kimseye zarar vermeden teslim olmak.
-Peki ya seni kandırmış olsalardı? Yani seni bu işe ikna etmenin bir yolu olarak aslında kendini patlatmayacağına ikna etseler ve sonra da kendinden en emin olduğun anda tam tersini yapsalardı?
-Öyle yapmış olsalardı bu boş muhabbeti dinliyor olmazdım.
-Bunun yerine ne konuşmayı tercih ederdin?
-Seninle konuşmayı tercih edeceğim herhangi bir konu yok.
-Niye?
-Yeterince zeki değilsin. Ne amacımdan ne de bunun nelere yol açacağından bihabersin.
-O halde aydınlat beni.
-Aydınlanması gerekenler zaten aydınlandı. Senin karanlığının hiçbir önemi yok.
Adamın ne yapmaya çalıştığını anlamamıştım. Sonuçta o bir canlı bombaydı fakat bugüne kadar karşılaştıklarımızdan farklıydı. Aslında daha önce hiçbir canlı bombayla sohbet etme fırsatım olmamıştı. Çünkü her seferinde ancak eylemi gerçekleştirdikten sonra onlardan geri kalanlar üzerinde çalışabiliyorduk. Oysa şimdi karşımda duran bu adam asıl eylemin en başından beri kendini patlatmamak olduğunu iddia ediyordu. Tabi bunun bir yanıltmaca olması ihtimali de vardı. Belki de işler istediği gibi gitmemişti ve o da eylemden vazgeçmişti.
-Bana biraz anlatsana, bu canlı bomba olayı nedir?
-Nesini merak ediyorsun?
-Bir insanın sonuçlarını bilerek bu şekilde ölüme gitmesini pek anlayamıyorum.
-Gönüllü olarak ölme kısmını mı anlayamıyorsun yoksa ölüm şeklini mi?
-Her ikisini de.
-Sen polissin. İnandığın bir dava var. Ona vatan diyorsun. Bunu yapabilecek kadar davana inanıyor musun bilemem ama sana vatanın için ölür müsün diye sorsam, cevabın ölürüm olurdu diye tahmin ediyorum.
-Eee?
-Ve bunun şeklini tartışmazdın bile.
-Bu örnekte yalnızca benim ölümümden bahsediyoruz. Oysa sen o alışveriş merkezinde hiç tanımadığın onlarca masumu da öldürecektin.
-Ne farkı var?
-Ne demek ne farkı var. İnsanın vatanı için canını feda etmesiyle bir canlı bomba olarak rastgele onlarca insanı öldürmesi aynı şey mi?
-Ben burada fark göremiyorum. Şayet seni üzen sayılarsa buna ancak gülerim.
-Niye?
-Yeryüzünde şu anda kaç noktada savaş var ve her gün kaç masum ölüyor haberin var mı?
-Yine ilgisiz bir örnek veriyorsun.
-Bence sen dünyanın gerçeklerini işine geldiği gibi yorumluyorsun.
-Aslında ben de seni tam olarak bunu yapmakla itham edecektim.
-Benim tek gerçeğim var.
-Neymiş o?
-İnandığım dava uğruna savaşmak ve zamanı gelince de ölmek.
Adamın davasına inanmış biri olduğuna şüphe yoktu. Fakat yine de anlayamıyordum. Çünkü aptal birine benzemiyordu. Aslında bize öğretildiği kadarıyla herhangi bir canlı bomba eylemcisine de benzemiyordu. Açıkçası onun kendini yakalattığına ve en başından beri planının bu olduğuna ikna olmuştum. Yine de bununla elde etmek istediğini şeyi tam olarak anlayamıyordum.
-Kendini patlatmış olmak yerine, bu şekilde yakalatarak davana daha büyük bir hizmet yaptığını düşünüyorsun anlaşılan. Bana bunu açıklar mısın?
-Davaya hizmet adına yapılabilecek birçok eylem türü vardır. Fakat hiçbir eylem ne kadar kanlı olursa olsun psikolojik tahribatın yerini tutamaz. Şayet bombayı patlatmış olsaydık olayı dramatikleştirmiş olurduk. Çünkü pek çok ölü ve yaralı olacaktı. Bunlar sizin şehit ve gazileriniz olcaktı. Onlar için ayakta durmaya devam edecek ve savaşma yolunu seçecektiniz. Elbette üzülecek, belki biraz korkacak fakat sonrasında mutlaka öfkeden delirmiş şekilde intikam almak isteyecektiniz. Oysa bizim istediğimiz bu değil. Çünkü sizi fiziksel savaşla yenemeyeceğimizi biliyoruz.
-Bizi yenemeyeceğinizi biliyorsanız neden sürekli savaş başlatmaya çalışıyorsunuz?
-Savaş başlatmaya çalışmıyoruz, aksine zamanı gelene değin sadece tehdit olarak var olmaya çalışıyoruz. Şimdilik canınızı yakmıyoruz fakat her istediğimiz an bunu yapabileceğimizi de görmenizi istiyoruz.
Bu adamla konuşmak bana karmaşık şeyler hissettirmişti. Aslında söyledikleri gerçekten de anlamlıydı. Zira kimse onları yok etmekten falan bahsetmiyor, aksine herkes onları tanımak istiyordu. Bunda ne kadar başarılı oldukları su götürmez bir gerçekti. Zira resmen kendi medyamız aracılığıyla onların propagandaları yapılır hale gelmişti. O bombayı patlatmış olsalardı, onları sadece düşman olarak kabul edecektik. Oysa şimdi bombayı patlatmamış olmanın verdiği rahatlıkla ve adeta konuşması için yakalattıkları adamlarının verdiği bilgilerle onları tanımaya başlamıştık.
-Yine de anlayamıyorum. Tüm bunların sonucunda ne elde etmeyi umuyorsunuz? Yani evet, size karşı şimdilik öfkeden çok merak söz konusu. Fakat bu daha ne kadar böyle devam edebilir ki?
-Buna biz değil, siz karar vereceksiniz.
-Ne demek o?
-Söylediğim gibi, şimdilik canınızı yakmıyoruz fakat her istediğimiz an bunu yapabileceğimizi de görmenizi istiyoruz.
Benim açımdan tuhaf bir sohbet olduğu kesindi. Onunla empati kuramamıştım ve onu anlamıyordum ama izlediklerini iddia ettikleri strateji aklıma yatmıştı. Ben bile adama olması gerektiği kadar kızamamıştım. Bunun yerine onu anlamaya çalışmıştım. Oysa yaptığı şey çok açık bir tehditti ve kendi ağzıyla masum insanları öldürmüş olmanın, davasına hizmetin yanındaki önemsizliğini itiraf etmişti. Yani aslında bu seferlik patlamamış olsa da o hâlâ bir canlı bombaydı ve adeta istediği an patlayabilirdi. Böyle bir durumda olmak ona ne hissettiriyordu bilemem fakat gördüğüm kadarıyla gayet rahattı. Ben ise oldukça gerilmiştim.
Bildiğimiz kadarıyla herhangi bir suç geçmişi olmayan bu sakin adamın, oldukça hoşsohbet bir şekilde düşüncelerini açıkladıktan sonra aslında tonla suç işlemiş bir çok kişiden daha büyük bir tehdit oluşturduğunu bilmek ve yine de ona sadece potansiyel katil gözüyle bakmak oldukça zordu. Bir an için keşke o bombayı patlatmış olsaydı diye düşündüm. O zaman en azından ona gönül rahatlığıyla katil diyebilecektik. Oysa şimdi yarattığı büyük tehdidi kabul etmekle birlikte, karşılıklı oturup konuşmaya mecbur kalmıştık.
Uçuş Komplosu
Dünya'nın döndüğüne bir türlü ikna olmayan çok meşhur üç düz dünyacı için hazırlanan uzay uçuşu nihayet bugün gerçekleşecekti. Üstelik bu anlar tüm ülkenin izlemesi için saniye saniye kayıt altına alınacaktı. Aslında düz dünyacılar tüm bu sürecin bir düzmece olduğunu zaten biliyorlardı fakat oyun bozan olmamak adına bilim insanlarının teklifini kabul etmişlerdi. Bilim insanları açısından ise buradaki amaç gayet anlaşılırdı. Onlar hiçbir bilimsel deney ve gerekçe ile ikna edemedikleri bu insanları, dünyaya dışarıdan bakmalarını sağlayarak düz olmadığına ikna etmek istiyorlardı. Aslında elbette pek çoğu için bu sadece boşa masraftı. Gel gelelim son yıllarda bu düz dünyacılık illeti öyle artmıştı ki, her geçen gün bir başka genci ağına düşürüyordu. Üstelik iş yalnızca düz dünyacılık ile kalsa yine iyiydi. Bu tür işlere bir kere giren gençler başka birçok konuda da bilimin yolundan gitmek yerine bu tür komplocu yaklaşımları benimsiyorlardı. Belki düz dünyacılık kendi başına ciddiye alınacak bir tehdit değildi fakat birçok başka komplo teorisi ile birleşince hiç de azımsanmayacak sayıda insan hakikatten uzaklaşıyor ve masaldan farksız bu dayanaksız anlatıların taraftarı oluyordu.
Bilim insanları tüm bu süreci büyük bir tehdit olarak gördüğünden devlet yetkilileri ile görüşmüş ve bu uzay uçuşunun gerçekleşmesi sağlanmıştı. Uzay uçuşuna seçilen meşhur düz dünyacılara gelince, bu insanlar sadece ülkemizde yaygınlaşmakta olan bu tür komploların tümünün savunuculuğunu yapmakla kalmıyor, yurdumuza komplo ithal etmenin dışında bizzat kendileri bu topraklara ait yepyeni komplolar da üretiyorlardı. Elbette diğer tüm komplo teorilerinde olduğu gibi onların ürettiklerinde de bilimsel açıdan elle tutulur hiçbir şey yoktu. Bununla birlikte bir komplo teorisinde önemli olan asıl şey bilimsel dayanak değildi. Zaten halkın yüzde kaçı temel bilimlerden anlıyordu ki? Burada asıl olay tüm dünyada da olduğu gibi anlatılan hikayenin ilgi çekici olması ve elbette yeterli miktarda gizem içermesiydi. Geri kalan her şey bir şekilde halledilebilirdi. Zaten hikaye ilgi çekici olduktan sonra kendi kendine yaygınlaşıyor ve zamanla karşı çıkışlarla güçlendikçe, mecburi olarak başlangıçta olduğundan çok daha fazla gizem içermeye başlıyordu. Artık o andan sonra kişiyi bir kez inanmış olduğu bu anlatının yalan olduğuna inandırmak hiç de kolay olmuyordu.
Yerde kalacak olan düz dünyacılar ise tüm bu uçuş meselesini bilimcilerin aldığı kadar ciddiye almamış ve daha en başından bunun da başka bir komplo olduğu fikrini öne sürmeye başlamışlardı. Hatta bazıları yaptıkları yayınlarda uçuşa razı olan üç meşhur düz dünyacıyı satılık olmakla bile suçlamıştı. Sonuçta henüz uçuş gerçekleşmemiş olduğu halde hitap edilen kitleler öyle bir hale gelmişti ki, uçuşta elde edilecek sonucun hiçbir önemi kalmamıştı..
Esasen planlanan şey sadece binilen aracın atmosfer dışına çıkması, bir süre oradan dünyayı izlemesi ve sonra da geri dönmesiydi. Bu sayede dünyanın şekli yapılan canlı yayını izleyen herkes tarafından görülecek ve uçuşu bizzat gerçekleştiren meşhur düz dünyacılar da olayın bir kurgu olmadığına şahitlik edeceklerdi. Fakat elbette yerdeki düz dünyacılar ne kendi gözlerine ne de gökteki düz dünyacıların gözlerine inanmayacaklar ve tüm bunların yepyeni bir komlonun parçası olduğunu haykıracaklardı. Üstelik bu haykırışlar esnasında şayet onlara yönelik bir yayın ambargosu ya da hukuki yönden bir susturma girişimi olursa, savundukları iddialar daha da güçlenecek ve sonuçta kendilerini büyük oyunun önündeki küçük engeller şeklinde göstererek tartışmanın galibi olacaklardı.
Uçuş planlandığı gibi gerçekleşirken, eş zamanlı olarak yayın açan bazı düz dünyacılar devletin de içinde bulunduğu bu büyük komployu protesto etmeye balamışlardı bile. Hiçkimsenin yayını izlememesini ve bu yalana ortak olmamasını istiyorlardı. Bir yandan da uçuş komplosunun yarattığı heyecan ile daha da radikalleşen kitlelerini iyice kendilerine bağlıyor ve bu durumdan birçok açıdan karlı çıkmasını biliyorlardı.
''Bizi kandıramayacaklar.''
''Aldanmayacağız.''
''Evet aldanmayacağız.''
''O yayını izlemeyin.''
''Devlet de bu işin içinde.''
''Uçuş komplosuna destek olmayın.''
''O üç hain bizi temsil etmiyor.''
''Dünya'nın yuvarlak olduğu masalına inanmıyoruz.''
''Bin yıllık yalan.''
''Dünya düzdür, düz kalacak.''
Daha pek çok sloganlaşan cümle birbiri ardına paylaşılıyor ve sosyal medya bilim insanlarının organize ettiği uçuş deneyinden çok, bu tür saçmalıklarla çalkalanıyordu. Tabi yine de olay çok büyük olduğundan yayını izleyen milyonlarca kişi olmuştu. Bunların büyük çoğunluğu bu deneyi tümüyle saçmalık olarak görüyor ve para israfı olduğunu iddia ediyordu. Küçük bir kısmı ise bunun gerekli olduğunu yoksa bu düz dünyacılarla baş etmenin mümkün olmadığını savunuyorlardı. Bir de tabi düz dünyacıları asla ciddiye almayan ve onlarla alay eden kitle vardı. Bu kitle aslında gayet akılcı düşünebiliyor fakat karşılarındaki kitlenin düşünüş biçimi tümüyle akıl dışı olduğundan konuyu büyük bir keyifle alaya alıyordu. Bu da haliyle düz dünyacılar ile bu kitle arasında bir sosyal medya savaşına yol açıyor, taraflar son çare olarak biribirlerine küfür ve hakaretler yağdırıyordu. Artık bir döngüye dönüşen süreç her seferinde bu şekilde sonlanıyordu. Gündem ne zaman yeni bir tartışmayla çalkalansa, bir süre sonra bu iki grup arasında kavga başlıyor ve gerçekten konuşmak isteyen az sayıda insan varsa da onlar da savaşmaya dünden razı bu iki kitle arasında kalarak konuşma zemininden hızla uzaklaşıyordu.
Sonuçta uçuş gerçekleşti ve uçuşa katılan düz dünyacılar da beklendiği üzere bilim insanlarını haklı buldular. Gerçi içlerinden biri, sosyal medya lincinden korunmak için gerçeği eğip bükmeye epeyce uğraşsa da olan olmuştu. Bu üç düz dünyacı artık bir hiçti. Çünkü onlar artık düz dünyacı değillerdi. Onlar artık sıradan insanlardı. Bin yıllık bir yalanı savunmak uğruna davalarını satmış hainlerdi.
Bu olay bilim insanlarına da pek çok açıdan ders olmuştu. Zira sonucu başından belli bir proje için onca masraf yaptıktan sonra elde ettikleri tek şey üç eski düz dünyacıyı ikna etmiş olma başarısıydı. Onlar da gerçekten ikna olmuşlar mıydı yoksa üzerlerindeki baskıdan mı ikna olmuş gibi konuşuyorlardı belli değildi. Kısacası uçuş öncesi dünyanın düz olduğuna inanan bir tek kişi bile uçuş sonrasında herhangi bir aydınlanma yaşayıp haklıymışsınız dememişti. Aksine iddialar daha da güçlenmiş ve hikaye, işin içine devletin de dahil olmasıyla daha da zenginleşip, cazip hale gelmişti.
Bir sosyal medya fenomeninin de dediği gibi;''Koskoca bilim insanları, bilimin tüm imkanlarını kullanıp onca para harcadılar, yine de bir avuç inanmışı ikna edemediler.''
Osman ile Müjgan
Osman'ın hayatıydı Müjgan. Sabah uyanır Müjgan diye açardı gözlerini, sonra tüm gün Müjgan diye dolanırdı ortalıkta, akşam olunca da Müjgan diye dalardı uykuya. Uykularında bile Müjgan vardı. Zaten kâbus görmezdi hiç Osman. Niye görsün ki? Öyle güvenirdi ki Müjgan'a, yakıştıramazdı ayrılığı. Her gece kavuşulur mu? Onlar kavuşurlardı. Zaten başka türlüsüne de razı olmazdı Osman. Öyle kan ter içinde uyanmak mı? Olanak dahilinde bile değildi. Müjgan'ın ellerini tutmadan, o elleri tutup göğsüne koymadan, velhasıl Müjgan'ına kavuşmadan uyanır mıydı hiç Osman?
Eski bir çeşme vardı. Müjgan'ın evinin sokağında. Babası görmesin diye onun ardına gizlenirdi Osman. Çeşmenin suyu akmazdı, bilirdi herkes. O yüzden de kimse yanaşmazdı. Bir tek Osman, bir tek Müjgan. Hemen her gün bekletirdi Müjgan Osman'ı. İstediğinden mi, nazından mı? Tövbe! Anasından korkardı, babasından korkardı, ağabeyinden korkardı. Müjgan bu, temiz kalpli kız, mahalleliden de korkardı.
Osman bilirdi Müjgan'ın gecikeceğini ama mutlaka geleceğini. O yüzden sabırla beklerdi. Bu beklemelerde eskiden bir hayli de sigara içerdi. Ama artık bırakmıştı. Zira para biriktiriyordu. Müjgan ile evlenecekti. Sigaraya verecek parası yoktu. Para yalnız birikecekti. Müjgan için. Onu rahat ettirebilmek için.
Osman çoğu zaman sabah yediği üç beş zeytinle geçirirdi günü. Akşama da bir tas çorba içer, doymaz ama boğazından kesip yastık altına koyduğu para çoğaldıkça da bir hoş olurdu. Biriken her kuruş Müjgan'a kavuşma yolunda döşenmiş bir taş gibiydi.
Müjgan, nihayet evden çıkınca önce etrafına bakar, kimseyi görmez ise çeşmeye doğru yol alırdı. Osman görünürde olmadığı için telaşlanmaz aksine heyecanlanırdı. Bilirdi çünkü, Osman oradaydı. İki eli kanda olsa gelir, Müjgan'ını beklerdi.
-Çay vereyim mi abi?
-Dur be oğlum limon sıkma.
-Taş mı yiyeyim be abi?
-Tamam, tamam ver hadi. Neyse, ne diyordum.
Müjgan çeşmeye yaklaşınca Osman onun geldiğini anlardı. Nereden diye sormayın. Anlardı işte. Müjgan'ın öyle güzel kokular sürecek parası yoktu ama Osman yine de alırdı onun kokusunu. Hele de rüzgar Müjgan'ın ardından eserse var ya, o zaman Osman daha da erken alırdı kokusunu.
Sonra Müjgan çeşmeye varırdı. Sonra Osman gizlendiği yerden çıkardı. İkisi de şöyle bir etrafı süzerdi. Sonra Osman Müjgan'ın elini tutar, kalbinin üstüne koyardı. Müjgan önce bakamazdı Osman'a. Her gün mü böyle olurdu? Her gün böyle olurdu. Her Allah'ın günü böyle olurdu. Müjgan bin yıllık sevdiğinin kalp atışlarını avucunda hissetikçe utancından kızarır, gözlerini yerden kaldırıp da ona şöyle güzel güzel bakamazdı. Ama sonra...
Sonra Osman diğer elini alır Müjgan'ın çenesine götürür ve kaldırırdı başını. Sırf o bahar yeşili gözleri görmek için mi? Evet, sırf o bahar yeşili gözleri görmek için.
-Sahi be abi, Müjgan abla o kadar güzel miydi?
-Sana, bana öyle güzel gelir miydi bilmem ama dedim ya Osman'ın hayatıydı Müjgan.
-Devam et be abi, çok güzel anlatıyorsun.
Osman, Müjgan'ın başını kaldırıp da o bahar yeşili gözlerini görünce ne açlığı kalırdı ne parasızlığı. O andan itibaren Osman, avare Osman değil, cihan padişahı Osman olurdu. Ne dert kalırdı Osman'da ne tasa. Sadece kavuşmak olurdu aklında. Kavuşmak için de çalışmak, çok çalışmak. O yüzden istemeden de olsa elini bırakırdı Müjgan'ın ve işine giderdi. Beraber yürüyemezlerdi mahallede. Yürüseler ne olurdu sanki? Ama yürüyemezlerdi işte.
Sonra Osman gün boyu ne iş olsa yapardı. Yük taşırdı, cam silerdi, odun keserdi. Balık tutardı, pişirirdi, satardı. O mahalledeki herkesin bir işi varsa Osman'ın bin tane vardı. Balıkçı mıydı diye sorsan Osman, balıkçıydı. Oduncu muydu diye sorsan, oduncuydu. Hamal mıydı diye sorsan, hamaldı. Müjgan'a olan aşkı, Osman'ı bin meslek sahibi etmişti.
Bazen tam da sinirlenilecek bir şey olurdu. Bir haksızlık mesela. Çıtı çıkmazdı Osman'ın. Hem aklı her saniye Müjgan'daydı hem de başı belaya girsin istemezdi. Ne de olsa artık başıboş değildi, Müjgan'ı vardı. Bir zamanların belalısıydı oysa. Avare dedim ya az önce, hafif kalır. Hem avare hem serseriydi Osman. Ta ki Müjgan'a rastlayıncaya kadar.
-Abi be, aşk insanı hep mi böyle yapar?
-Sen Osman olduktan sonra, elbet bir Müjgan çıkar karşına. O zaman anlarsın kardeşim.
-Peki sonra ne oldu abi? Kavuştular mı?
Osman ile Müjgan böylece sevişip durdular bir süre daha. Osman tutacağı evi, kuracağı işi, alacağı eşyaları falan bile hesap etmişti. Yastık altı birikimi de fena durumda değildi. Küçük bir manav dükkanı açacaktı Osman. Zaten her gün halde hamallık yapıyordu, tanımadığı yoktu. Bir şekilde dükkanı açtı mı gerisi kolaydı. Hem sonra Müjgan da pek marifetliydi. Elinden her iş geliyordu. Başka bir iş yapsa da olurdu yani ama Osman istemezdi. Müjgan'ı da yanında olsun isterdi. Sabah beraber uyansınlar, çaylarını içsinler, zeytinlerini, peynirlerini yesinler sonra da beraber dükkana gelsinler isterdi. Temizlik, düzen, hesap kitap işleri Müjgan'da, geri kalan ne kadar iş varsa Osman'da olurdu. Belki hayallerindeki hayat olmazdı ama mutsuz da olmazlardı.
Osman kafaya koymuştu. Çıkacaktı babasının karşısına, isteyecekti Müjgan'ı.
-Vay be, helal olsun Osman abime.
-Helal olsun tabi ya.
Bir gün kendini öyle fazla yormadan, erkenden eve geldi Osman. Kendince hzırlığını yapmıştı. Tabi öncesinde Müjgan ile de konuşmuştu. Utanmıştı Müjgan ama olmaz dememişti. Zaten nasıl desin ki? Osman Müjgan'a yanıktı da, Müjgan Osman'a değil mi sanki?
Osman çiçeğini, çikolatasını alıp Müjgan'ın kapısını çaldı. Kapıyı Müjgan'ın ağabeyi açtı. Buyur etti Osman'ı içeri. Anasıyla babası da fena karşılamadılar Osman'ı. Osman da haliyle ümitlendi. Sonra adet olduğu üzere Müjgan kahveleri yaptı ve Osman lafa girdi. Allah'ın emri, peygamberin kavli ile Müjgan'ı kendime istiyorum dedi.
Babası fincandaki son yudumu içti. Ardından bir sigara yaktı. Kötü bir şey söyleyeceği belliydi sanki. Osman yine de kendini bozmadı. Kafası yerde bekledi. Belki birazcık kaldırsaydı kafasını, bir ihtimal Müjgan ile göz göze gelecek ve yine o bahar yeşili gözlerden güç bulacaktı. Ama yapmadı. Az daha sabır oğlum Osman dedi kendi kendine. Babası versin Müjgan'ı, nasıl olsa bir ömür doyacaksın o bahara. Az daha sabır.
-Vermedi değil mi abi?
-Vermedi kardeşim. Üstelik sadece vermemekle kalmadı, niye vermediğini ve asla vermeyeceğini de uzun uzun anlattı.
O anlatırken Osman gözlerini yerden hiç kaldırmadı. Belki kaldırsaydı, bir şey diyebilirdi. Belki kaldırsaydı Müjgan'ı görür cesaret alırdı. Ama belki de ağlıyordu Müjgan, o vakit de iyice harap olurdu.
Adam anlattı durdu. Kalbini de kırmak istemiyordu Osman'ın Allah var. Niyeti kötü değildi. Ama ne fark ederdi ki? Osman o gece Müjgan'ı istemişti, yalnızca Müjgan'ı. Osman'a o gece Müjgan'ı vermesen de dünyaları versen ne fark ederdi ki?
Son sözüm budur dedi adam. Üzülme, daha gençsin dedi. Biraz önce öldürmüş olduğu adamın omzuna elini koydu ve unutursun dedi. Osman başını kaldırdı, gülümser gibi oldu. Ben Müjgan'ı unutacağım öyle mi diye geçirdi aklından. Sonra kalktı oturduğu yerden, Müjgan'a bakındı ama oralarda değildi. Hiçbir şey söylemeden sessizce gitmeye kalktığı sırada, kızın ağlayışları geldi kulağına. Daha da beter oldu Osman. Tüm mahalleyi yakmak geçti aklından. Oysa yetmezdi. Tüm İstanbul'u yaksa, yine yetmezdi. Müjgan için meleketi yaksa yeriydi.
-Peki niye olmadı be abi? Yani niye vermedi babası?
-Onun da kendince nedenleri vardı elbette.
Ama ne fark eder ki? Osman'ı küstürmüşlerdi bir kere. Osman, o bahar yeşili gözleri istemeden de olsa ağlatmıştı bir kere. İflah olur muydu bir daha?
-İyi de abi, Osman abinin ne suçu var ki? Kızı vermeyen babası.
-İsteyen de Osman.
-Kendini mi suçladı yani?
-Sadece kendini olsa yine iyi. Her şeyi, herkesi suçladı Osman. Bir tek Müjgan'ı ayrı tuttu. Onu nasıl ve neyle suçlayabilirdi ki?
İnsan o bahar yeşili gözleri nasıl ağlatabilir diye kendini suçladı Osman. Aşkını ciddiye almadı, Osman'ı kızına layık bulmadı diye babasını suçladı. Onu yoksul yarattı diye yaradanı suçladı. Bir türlü yaver gitmedi diye şansını suçladı. Bir tek Müjgan'ı suçlamadı Osman.
-Sonra ne oldu peki abi? Osman ile Müjgan'ın aşkı bitti mi?
-Biter mi? Delirdin mi sen? Osman'daki aşk bitse, Müjgan'daki bitmez. Müjgan'daki bitse Osman'daki bitmez.
-Kavuştular mı yani? Yoksa Osman abi kaçırdı mı Müjgan ablayı?
-Bak nasıl da inanmıyorsun Osman'ın pes edeceğine. Nasıl da biliyorsun Müjgan'dan vazgeçmeyeceğini.
-Bildiğimden değil de abi, öyle bir anlattın ki, bu aşk bitmez dedim kendi kendime.
-Doğru demişsin kardeşim. Osman ile Müjgan'ın aşkı bitmez. Hatırla, ne dedim daha en başından sana, Osman'ın hayatıydı Müjgan dedim. İnsan nefes almaya devam eder de hayatı biter mi hiç?
Aldığı darbeyle önce bir afalladı Osman ama ertesi sabah toparladı. Belki o sabah toparlayamasa bir daha asla toparlayamazdı. Ama kalktı yataktan. Önce külçe gibiydi vücudu, sonra gidip soğuk suyu çalınca yüzüne geçti. Eski püskü bir aynası vardı, orada baktı kızarmış gözlerine ve ulan Osman dedi, ulan Osman. Sen kim, Müjgan'dan vazgeçmek kim?
-Çeşme'ye gitti değil mi? Müjgan ablayı beklemeye.
-Aynen öyle yaptı kardeşim.
-Yine geç geldi Müjgan abla ama geldi değil mi?
-Tabi ki geldi.
-Sonra yine elini tutup kalbine götürdü ama Müjgan abla utanıp başını eğdi değil mi? Osman abi de çenesinden tutup başını kaldırdı ve o bahar yeşili gözlerine uzun uzun baktı değil mi?
-Baktı kardeşim.
-O zaman gerisini merak etmiyorum be abi. Çünkü Osman'ın hayatıydı Müjgan dedin ve Osman abi daha ölmemişti. Aşkı niye ölsün ki? Sen hiç dert etme be abi. Çünkü ben Osman abiyi de Müjgan ablayı da anladım. Onlarınki başka bir şeymiş be abi. O yüzden anlatma. Kavuşamadılarsa da anlatma. Bunların hepsini uydurdunsa ve Osman ile Müjgan diye birileri hiç olmadıysa da anlatma. Çünkü ben anladım be abi. Vallahi de anladım, billahi de anladım. Osman abiyi de Müjgan ablayı da anladım. Sen artık ne dersen de faydasız. Benim tanıdığım Osman abi, Müjgan ablayı beklemekten asla vazgeçmez. Müjgan abla da Osman abinin kendisini beklediğini bilir, belki biraz geç kalır ama mutlaka gelir be abi. Haksız mıyım?
-Haklısın kardeşim. Osman ile Müjgan'ın aşkını kimse bitiremez.
SON
Yorumlar
Yorum Gönder