GÖK KUŞAĞI (Kitap)
Gök Kuşağı
Yazan: Oğuz Sarıtepe
- Kahraman Lider Hapşırdığında
- Kopi Luwak Mustafa
- 9 Numaralı Dayı
- Hapis
- Kör Mehdi
- Ellerim Kırılaydı
- İhtiyar Devrimciler
- Deniz’in Babası
- Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri
- Atatürk’ün Partisi
- Gök Kuşağı
- Deccal’ın Yüzü
- Gökçen’in Günlüğü
- F Gazetesi
- Ümit’in Yolu
- Dingo Adası
- Sabahların Sultanı
Kahraman Lider Hapşırdığında
Önce mahalle muhtarı geldi kürsüye ve kalabalığın coşkusunu diri tutmak adına boyundan büyük laflar etmeye başladı. Oysa halkın bir mahalle muhtarından ne beklentisi olabilirdi ki? Fakat halkımız bunu pek de dert etmemiş olacak ki, muhtarın boyundan büyük atıp tutmasına coşkuyla iştirak etti. Balonlar uçuruldu, düdükler çalındı, kimileri aşka geldi ve kendinden geçti. O sıcağın altında, susuz yemeksiz saatlerdir bekleyenlerden, kimileri de bayıldılar elbet. Fakat o seçim şarkısı yok muydu? Onun saatlerdir aralıksız çalışı ve her nakaratta gönülleri mest edişi, karşı konulmaz bir haz veriyordu insanlara. Eller ayaklar boşanıyor, vücut müziğin ritmiyle önce beyinden habersiz, kendiliğinden raksa başlıyor, sonrasında ise nakaratla birlikte aşka gelerek, kontrolü iyice kaybediyordu. Şayet bu topluluktaki hemen herkes böylesine birbirinin aynıyken, konudan habersiz bir yabancı birdenbire gelip de bu histeri haline şahit olsa idi, hiç şüphesiz o da karşı koyamaz ve bu histeriye dahil olurdu. İşte bu öyle başka, öyle dayanılmaz, öyle büyük bir çılgınlık idi.
Nakarat tekrar tekrar duyuldukça, bu sözlerin anlattığı kahraman lider topluluktakilerin gözlerinin önünde beliriyor ve adeta ortak bir bilincin eseriymişçesine, topluluktaki herkes, ellerini gök yüzüne uzatarak onun boşluktaki ruhani varlığına dokunmaya çalışıyordu. Ardından şarkı bitiyor, fazlasıyla yorulan insanlar biraz nefesleniyor fakat sonra tüm bu yaşananlar sanki zamanın bir bölümüne hapis olunmuşçasına yeniden, yeniden ve yeniden yaşanıyordu. Sanki saniyeler, dakikalar geçiyor fakat bu içinde bulunulan mübarek an, geçmiyor, hiçbir güç tarafından geçirilemiyordu.
İşte tam da bu tekrar tekrar yaşanan döngünün bir yenisinde, daha biraz evvel biten şarkı yeniden başladığında, bir anons yapılıyor ve kahraman lider miting alanına giriyordu. Artık bu andan sonra yaşananları anlatmaya en güzel sözcükler bile yetmiyor ve bu nedenle de muhtar bile susuyordu.
Toplu histeri devam ederken, çığlıklar hiç olmadığı kadar yükseliyor, bayılanların sayısı artıyor, kalp krizi geçirenler yahut ezilenler oluyordu. Arada bir diğer tüm sesleri bastıracak kadar yüksek bir sesle, bir ‘’Allah’’ feryadı kopuyor, ardından daha nice Allahlar ve bir anda ortalık Allah’tan geçilmiyordu. Sonunda bu Allahlar da belirli bir düzene oturuyor ve her bir Allah liderin yeni bir adımına denk gelecek şekilde, kendiliğinden söylenir oluyordu. Ta ki nakarat gelene değin…
Ah o nakarat yok muydu, o nakarat? Nasıl bir iltifattı, nasıl bir güzellikti o? Kim yazmıştı bu sözleri? Kimin tarifiydi bu? Kimdi bu ortak histeri halinin gizli mimarı? Tuhaf bir şekilde bilinmiyordu. Fakat belki de böylesi daha iyiydi. Çünkü böylesine etkili sözleri yazabilmek ve onu böylesine etkili bir müzik ile taçlandırabilmek rastgele bir insan işi olamazdı. Muhakkak ki hem bu sözlerin yazımında hem de bu müziğin ortaya çıkışında bizim asla anlayamayacağımız bir hikmet vardı.
Birkaç dakika sonra, kalabalığın arasından geçerek kürsüye ulaşan kahraman lider, konuşmasına evvela güçlü bir ‘’Bismillah’’ ile başladı. Zaten artık o andan sonra ne söylese kabuldü. Çünkü kalabalığın gözünde Allah’tan hemen sonra Bismillah gelirdi. Fakat konuşma birdenbire kesildi. Zira kahraman lider hapşırdı. Elbette ki kalabalık hep bir ağızdan ‘’Çok Yaşa’’ diye karşılık verdi. Fakat sonra kahraman lider bir kez daha hapşırdı. Neyse ki kalabalık yine gerekeni yaptı ve hep bir ağızdan ‘’Çok Yaşa’’ dedi. Tuhaf şeyler oluyordu. Çünkü kahraman lider bir kez daha hapşırdı. Daha önce hiç böylesi olmamıştı. Bu böyle birkaç sefer daha devam edince, başta bizim muhtar olmak üzere özellikle de topluluğun içindeki yaşlılar, etraflarına şüphe dolu gözlerle bakınmaya başladılar. Ne aradıklarını kendileri de tam olarak bilmiyorlardı fakat yine de bakındılar. Derken iki hapşırık arasındaki bir ‘’Çok Yaşa’’ muhtarın gözünden kaçmadı. Sorunu bulmuştu. ‘’Hain!’’ diye bağırdı ve zavallı gencin üzerine koşar adım gitti. Yakasına yapıştı ve tekrar etti: ‘’Hain!’’
Biraz sonra mesele anlaşıldı ki bu genç, kahraman liderin hapşırığına kayıtsız kalıyor ve ‘’Çok Yaşa’’ demiyormuş. Allah’ım bu ne büyük bir suç. Keşke tarifi mümkün olsa da bu gerçeğin ortaya çıkış anını ve sonrasında beliren ortak nefreti olduğu gibi anlatabilsem fakat ne mümkün. Öyle bir nefretti ki bu en gerçekçi tarifinde bile yumuşar, aslının yanında vasat bir hâl alırdı.
‘’Yuhhh! Hain! Vatan Haini! Kafir! Münafık! Devlet düşmanı!’’ Daha neler söylenmiyordu ki zavallı gence. Oysa kahraman lider diğerleri kadar kızmamıştı. O daha çok bir türlü geçmeyen hapşırığıyla meşguldü ki zaten bu yüzden de kalabalık bir yandan zavallı gence öfkesini kusuyor, bir yandan da kahraman lidere her hapşırığı sonrası ‘’Çok Yaşa’’ demeye devam ediyordu.
Kahraman lider kürsüdeki sudan bir yudum alıp, biraz kendine geldiğinde elleriyle kalabalığı susturdu ve gence doğru baktı. Allah’ım o ne mübarek bir bakıştı. Ardından gülümsedi ve dudakları en güzel çiçeğin güneş görmüş hali gibi renklendi, ışıldadı. O mübarek dişleri, ışıldayan dudaklarının arasından gözüktüğünde ise kalabalıkta yeni bir rahatlama hissi oluştu.
Kahraman lider bu uyuşturucu etkinin biraz daha yayılmasını bekledikten sonra bulabildiği en yumuşak üslup ile gence ‘’Niçin evladım?’’ diye sordu. Fakat hiç kimsenin beklemediği bir şey oldu çünkü gencin cevabı gerçekten muazzamdı.
‘’Ben Allah’ın işine karışmam efendim.’’ dedi genç. Bunun üzerine kalabalıkta yeniden kıpırdanmalar oldu. Bu cevap ile adeta külüstür bir arabanın uzun süreden sonra ilk kez çalışma gayreti gibi bir gayretle kafayı çalıştırmaya başlayanlar oldu. Oysa muhtar ve birkaçı daha gencin amacını çoktan anlamıştı. Bu hain genç, Allah’ı kahraman liderimizin karşısına dikerek halkın gözünde kahraman liderimizi ezik duruma düşürecekti.
O sırada bir kargaşa koptu. Kahraman lider kürsüden birkaç adım geriye çekildi ve karanlığa gömüldü. Ardından, yalnızca bir an sonra yeni bir güneş gibi doğdu ve sazı yeniden eline aldı. Kalabalıktaki hemen herkes bu kısa aralığı hiç yaşanmamış kabul ederek, kahraman liderin sözleriyle hazzın doruklarına ulaşmaya devam etti. Yalnızca az önceki gençten biraz daha ufak biri, bir çocuk, bir tek o görmüştü gerçeği. Muhtar ve diğerleri o kargaşada yok etmişlerdi o genci. Çocuk bunu görmüştü. Görmüş ve ürkmüştü fakat değişmişti de çocuk. Üstelik hiç istemeden olmuştu bu değişim. Nasıl olduysa o genç, bir anlığına gözüne kahraman liderden daha kahraman gözükmüştü. Oysa şimdi yoktu. Yok olmuştu. Olsun diye düşündü çocuk. Etrafındaki coşkunluğa, hazzın doruklarındaki topluluğa aldırmadan, hep o genci düşündü ve bir karar verdi. Bir dahakine kahraman lider hapşırdığında, o da ‘’Çok Yaşa’’ demeyecekti.
04.07.2022
Kopi Luwak Mustafa
Büyük gün yaklaşırken, hazırlıklar da tamamlanmak üzereydi. Başkan, açılış alanına gelir gelmez evvela geçen hafta dökülen ve açılış gününe değin kimsenin ayak basmayacağı yeni asfaltta yürüyecek, daha sonra da onuruna kesilen kurbanın kanıyla ruhunu doyuracak ve devamında kendisi için özel olarak döşenmiş kırmızı halıdan geçerek stada giriş yapacaktı. Tabi bu esnada halının sağ ve sol yanları seçme insanlarla doldurulacak ve geçen seferki rezilliğin bir benzerinin yaşanmaması için başka her türlü önlem de alınacaktı. Zira geçen seferki açılışta halının sağ ve sol yanlarına dizili hemşerilerimizin arasına hizip bir kişilik de karışmış ve başkanı evvela sözle rahatsız etmiş, ardından da ayıptır söylemesi kafasına kedi boku atmıştı. Her ne kadar olay sonrasında saldırgan yakalanmışsa da olanlar asla unutulmamıştı. O kadar ki bu saldırganın halk arasındaki yeni adı Kopi Luwak Mustafa olmuştu. Polis karşısında yaptığı akıllara durgunluk veren savunma sonrasında ve elbette bu savunmanın basına yayılacağından çekinen başkanın da baskısıyla apar topar serbest bırakılmıştı.
Olayın aslı ise şuydu. Tıfılşehir Belediye Başkanı Cengâver Tıfıloğlu, dört dönemdir oy farkı ile başkan seçildiği şehirde hiçbir iş yapmıyor fakat seçim zamanı yaklaşınca halka birçok ikramlarda bulunup, her seferinde neredeyse küçük bir servet harcıyordu. Bu ikramların en göze çarpanı ise şehir merkezinin hemen dışında bulunan ve kendisine ait olan kahve fabrikasının satışa sunulamayacak kadar kötü durumdaki hasarlı ürünlerini, şatafatlı ambalajlarla süsleyip hakla dağıtmasıydı. Üstelik bunu gizli saklı da yapmıyordu. Şehirdeki her vatandaş olayın iç yüzünü biliyor fakat tuhaf bir şekilde içindeki bozuk kahveye aldırmadan, o şatafatlı ambalajı görünce mest oluyor, kendinden geçiyordu.
Adı sonradan Kopi Luwak Mustafa’ya çıkan muhalif bir yurttaş ise, bunun bir rezalet olduğunu ısrarla vurguluyor fakat yanına kendi gibi düşünen bir kişiyi daha bulamıyordu. Zira halkın gözünde kahvenin değil de ambalajın kıymetli olmasının bir nedeni vardı. Kopi Luwak Mustafa da bu nedeni biliyordu bilmesine fakat insanlık onuruna yediremiyordu yine de bir türlü bu absürt durumu. Çünkü halk tarafından bu çok geçerli kabul edilen neden; başkanın, halka dağıtmak üzere ayrılan kahvelere yaptırdığı şatafatlı ambalajın, yurt dışından kendi için getirttiği çok özel ve pahalı kahvesinin ambalajının bir taklidi olmasıydı. Yani aslında kendisi bir kahve fabrikası sahibi olan Cengâver Tıfıloğlu, halka sattığı kahveyi beğenmeyip yurt dışından özel bir kahve türü getirtiyor ve yalnızca onu tüketiyordu. Bununla da kalmayıp kendi fabrikasında üretilen kahvelerin ancak satılamayacak kadar kötülerini halka dağıtıyordu. Bu dağıtım esnasında ise, halk ile aralarında hiçbir fark olmadığını göstermek için, yurtdışından getirttiği çok özel ve pahalı kahvenin ambalajının taklidini kullanıyor ve tüm gönülleri fethediyordu. Biri hariç. Kopi Luwak Mustafa.
O başından beri bu durumdan rahatsızdı. En sonunda bir gün cinleniverdi ve ‘’Neymiş ulan bu Kopi Luwak? diyerek küçük bir araştırma yaptı. Bir de ne görsün, kedi boku. Ta Endonezya’dan buraya kadar gelen o çok özel ve pahalı kahvenin özünde yalnızca kedi boku oluşu, Mustafa’yı önce biraz güldürse de sonrasında bir hayli düşündürdü. Eline aldığı ambalajı bir kez daha inceledi ve bu garip hayvan siluetinin gerçekten de bir kedi olduğuna karar verdi. Artık işin buradan sonrası Mustafa’nın hayal gücüne kalmıştı.
İşte o tatsız anı aynen böyle gerçekleşmişti ve o gün bugündür de Mustafa adının önüne Kopi Luwak eklenmişti.
05.07.2022
9 Numaralı Dayı
3…2…1 Başla!
Bu anons ile çoğunluğunu orta yaşın üzerindeki dayıların oluşturduğu kalabalık bir grup, kazana doğru koşmaya başladı. Alanın tam orta yerinde bulunan kazanın içi meşhur şifalı macun ile doluydu. Faydaları saymakla bitmeyen bu macun, yerel halkın yüzlerce yıldır tükettiği bir karışımdı ve iyi bir ustanın elinden çıktığında gerçekten de çok şifalıydı. Aslında yöre halkından pek çokları tarifini zaten bilirdi fakat halk arasındaki yaygın bir inanışa göre, yalnızca çok iyi ustaların bildiği gizli bir maddesi daha vardı. Bazıları da bu gizli maddenin, işinin ehli olan kişinin kazan kaynarken söylediği birtakım şifalı sözler olduğunu iddia ediyordu. Fakat genel kanı kimsenin bilmediği bir gizli maddenin oluşuydu. İşte uğrunda yarışılan bu kazanın içinde de iddiaya göre o gizli maddeli karışım bulunuyordu. Yani bu kazan öyle her zamanki kazanlardan değildi.
Kazanı bizzat karıştıran usta, yarış esnasında bir yandan da meşhur macunuyla ilgili bilgi vermek istemişti. Bu nedenle de elinde megafonla bir sandalyenin üzerine çıktı ve konuşmaya başladı. Yalnız yaşlı adam sandalyesini koyacağı yeri pek iyi seçemediğinden ya da yarışa katılanların sayısını iyi hesap edemediğinden olacak ki kazanın pek yakınında kaldı. Bir yandan dedesinden miras şifalı macunun hikayesini anlatırken bir yandan da göz ucuyla üzerine doğru gelmekte olan kalabalığı izliyordu bu yüzden.
Biraz sonra tozu dumana katan kalabalık ustaya iyice yaklaştı ve korkulan oldu. Yaşlı usta, tam da dedesinin ona şifalı sözleri aktardığı bölüme gelmiş ve gözleri yaşlanmış iken, kalabalığın hışmına uğrayarak devrildi. Etrafından onu kurtarmaya çalışanlar olduysa da bir süre sonra onlar da aynı hışma uğrayarak saf dışı kaldılar.
…
Dış kulvardan atağa kalkan 1 numaralı dayı, 2 ve 3 numaralı dayıları geride bırakarak kazana hamle yaptı. Ancak hiç beklemediği bir anda 4 ve 5 numaralı dayılar da aynı yerden atağa kalkınca, çıkan sürtüşme sonucu yandaki çayıra doğru yuvarlandı. Bu sırada başlangıçta geride kalan 6 numaralı dayı yeniden yarışa dahil olarak, içeriye doğru kıvrıldı. Fakat aynı boşluktan yararlanmak isteyen 7 ve 8 numaralı dayılar da iç hatta girince büyük bir çarpışma yaşandı. Şüphesiz ki bu çarpışma en çok geride kalanlara yaradı. Kadınlar hâlâ kazana ulaşmaya epeyce uzak olsalar da kazan çevresindeki bu büyük kargaşa, içlerini umutla doldurmuştu. Derken demin çayıra yuvarlanmış olan 1 numaralı dayı, kendini toparlayıp yeniden atağa kalktı. Bu sırada 2 ve 3 numaralı dayılar kıyasıya bir mücadele içindeydiler. 1 numaralı dayı onların bu kıyasıya mücadelesini görünce yönünü daha az sürtüşmenin yaşandığı dış hatta çevirdi ve yeniden 4 ve 5 numaralı dayıların kulvarında belirdi. Bu aynı zamanda bir ödeşme şansıydı. Bu şansı iyi kullanmak isteyen 1 numaralı dayı bu sefer aceleci davranmayarak sahte ayak oyunlarıyla 4 ve 5 numaralı dayıları şaşırtarak egale etti ve yaşanan kısa sürtüşme sonucu yeniden liderliğe geçti.
Yaşlı usta yaşanan tüm bu kargaşa esnasında elindeki megafona sarılmış ve cenin pozisyonu alarak düştüğü yerde kalmıştı. Bir süre sonra geride kalanlar da kazana yaklaştıklarında, artık yerden kalkmak için hiçbir şansı kalmamıştı. Çaresizce ve şüphesiz ki korku içinde, izdihamın son bulmasını bekleyecekti.
Kazan çevresindeki amansız yarış ise tüm vahşiliği ile davam ediyordu. Ortada duran avı, diğerleri ile bölüşmek istemeyen yırtıcılar ya da daha şifalı olduğuna inandıkları üst katmandan tatmak isteyenler vazgeçmek niyetinde değildi. 1 numaralı dayı nihayet kazana ulaştığında tam yanında getirdiği tası içine daldıracaktı ki, 6 numaralı dayı ondan önce davranarak şifalı macunun en şifalı olduğuna inanılan kısmına bir parmak daldırdı ve 1 numaralı dayının kıskanç bakışları eşliğinde parmağını afiyetle yaladı. Artık bu andan itibaren her şey serbestti. 1 numaralı dayı da elindeki tastan kurtularak kolları sıvadı ve avucunu kazana daldırdı. Derken diğerleri de yetiştiler ve daire şeklindeki kazanın etrafını sardılar. 1 numaralı dayı avucunu kazana daldırmıştı daldırmasına fakat bir türlü çıkaramıyordu. Zira diğerleri bir andan kazanın etrafına doluşunca kazanın içindeki kolu ile ağzı arasındaki boşluk başka bir dayı tarafından kapatılmıştı. 1 numaralı dayı tek koluyla ve var gücüyle mücadele etse de bir türlü kolunu kazandan çıkaramıyordu.
O sırada omuzunda bir ayak belirdi. ‘’Yoh artık!’’ dedi 1 numaralı dayı. Çünkü bu 9 numaralı dayının ayağıydı. Başından beri kazana en yakın olan grup ile onların hemen ardında olan ve çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan grup arasında gidip gelen güdük dayı, çareyi diğerlerinin omuzlarına çıkmakta bulmuştu. Sonunu düşünen kahraman olamaz edasıyla omuzdan omuza sıçrayan 9 numaralı dayı, sonunda kazana ulaşmıştı fakat bu andan sonrasını hesap etmediğinden etraftakilerin şaşkın bakışları arasında bir süreliğine de olsa orada öylece kalmıştı. Tabi bir yandan kazana gömülmüş ilk grup omuzlarında yükselen bu dayıyı fark edince ya da alacağını alıp ayrılanlar oldukça dengesini kaybetmeye başlayan 9 numaralı dayı, sonunda çareyi gözünü iyice karartmakta buldu.
Onun bu dakikalarını saniyesi saniyesine kaydeden yerel bir gazeteci, o anda gözlerine inanamıyordu. Çünkü bu bir düşme değildi. Şüphesiz ki öyle olsaydı da haber değeri vardı fakat bu resmen bir atlayıştı. Hem de öyle çivileme falan değil. 9 numaralı dayı, meşhur şifalı macun kazanına balıklama olarak atlamıştı.
Gazeteci her anını kaydettiği bu olayı şaşkınlıkla izlerken, işin nereye varacağını da ciddiyetle merak ediyordu. Fakat tabi zamanla kazandaki macun azaldıkça ve kazana koşmakta olan son grup da vardığında artık sona yaklaşılıyor demekti. Bu arada yaşlı usta bir boşluğunu bulup kendini çayıra doğru yuvarlamış ve kurtulmuştu. Gazeteci kaydı hiç kapatmadan hemen ona doğru koştu ve telaşla sordu:
- ‘’Efendim biraz önce ezilme tehlikesi geçirdiniz. Şimdi nasılsınız ve neler hissediyorsunuz?’’
- ‘’Ne hissedeceğim kardeşim, ben böyle şey görmedim. Hem vallahi hem billahi görmedim. Şifasına da macununa da tövbe estağfurullah.’’
Gazeteci, yaşlı adamdan kayda değer bir açıklama çıkmayınca artık iyice boşalmakta olan kazanın yanına doğru ilerledi ve o sırada neyi kaçırdığını fark etti. Az önce kazana balıklama atlayan 9 numaralı dayı nihayet kazandan çıkmıştı. İstediğini almanın haklı gururuyla ve muzaffer bir eda ile bir köşeye geçmiş tebrikleri kabul ediyordu.
- ‘’Efendim biraz önce macun kazanına atladınız hem de balıklama olarak. Sormak istiyoruz, niçin böyle bir şey yaptınız ve şimdi neler hissediyorsunuz?’’
9 numaralı dayı, gazeteciyi ve kamerasını görünce tebriklere ara verdi ve etrafındakileri savuşturdu.
- ‘’Valla niçin böyle bir yaptım? Şimdi ben biraz geride kalmıştım. Sonra baktım olacak gibi değil, biraz tırmanayım dedim. Tırmanınca da bir daha inemedim. Baktım başka çare yok, ya Allah bismillah dedim, daldım kazana.’’
Bu açıklamanın ardından bir de güzel kıkırdadı 9 numaralı dayı. Olan olmuştu artık ve o da açıkçası halinden pek de şikayetçi değildi.
- ‘’Peki efendim ilk defa mı yaptınız böyle bir şeyi?’’ diye sordu bu sefer gazeteci.
- ‘’Şimdi efendim, ben yıllardım tüketirim bu macunu fakat tabi bu seferkinde böyle bir şey oldu. Sağlık olsun ne diyelim. Fakat tabi biraz üstümüz başımız battı. Olacak o kadar, şifadır.’’
- ‘’Tadı nasıldı peki macunun? Atladığınıza değdi mi?’’
- ‘’Valla efendim, ben pek bir fark göremedim. Şifalı diyorlar tabi. Zaten yıllardır tükettiğimiz bir şey. Severek yiyoruz. Gayet memnunum yani.’’
- ‘’O halde tekrar bir yarış olsa, tekrar atlarım mı diyorsunuz yani?’
- ‘’Atlarım efendim. Yarın olsa, yarın atlarım.’’
- ‘’Peki efendim, çok teşekkürler.’’
- ‘’Ben teşekkür ederim efendim.’’
08.07.2022
Hapis
Recep’in beş kuruşu yoktu. Hayat ona pek adil davranmamıştı. Anne ve babasını erken yaşta kaybetmiş, ufacık bir miras uğruna kardeşleriyle de arası açılmıştı. Recep, gencecik yaşında bu adaletsiz dünyada bir başına kalmıştı. Bir deri atölyesinde çalışıyordu ve işi çok ağırdı. Doğru düzgün okuyamadığı için de başka bir iş bulamıyordu. Zaten bulunduğu çevre haddinden fazla göç aldığı ve her gelen daha ucuz bir iş gücü oluşturduğundan, sürekli yerinde sayıyordu. Ne kadar çalışırsa çalışsın ne aldığı para artıyor ne de işinde bir rahatlama oluyordu.
Recep, bazen kendini televizyonda izlediği filmlerdeki kölelere benzetiyordu. Fakat onlar bile bir gruba aittiler. Yanlarında köle dostları vardı. Her türlü zorluğa birlikte göğüs geriyor, gerekirse de kurtuluş mücadelesi uğruna birlikte ölüyorlardı. Ölürken bile yalnız değillerdi yani. Oysa Recep kendini doğduğundan beri yalnız hissediyordu. Ailenin en küçüğü olduğundan, hiç refah görmemiş, yaşadığı süre boyunca hep mücadelenin merkezinde olmuştu. Zorunlu eğitimi bile yarıda kesmiş, henüz 14 yaşındayken deri işinde çalışmaya mecbur kalmıştı. Zaten birkaç yıl sonra da önce anası sonra da babası ölmüş ve kardeşleri tarafından dışlanmıştı. Kimse fazladan bir boğaz istemiyordu. Aslında fazladan bir maaş güzel olabilirdi. Fakat Recep’in sıkça lafını ettiği bir yuva kurma planı yüzünden, kardeşleri ona sahip çıkmayı değil, olası bir mağduriyetinde yardım isteyeceği düşünülerek sırt çevirmeyi tercih etmişlerdi. Böylelikle zaten kendini doğdu doğalı yalnız hisseden Recep, iyice terk edilmiş, kaderiyle baş başa kalmıştı.
Bir Cuma namazı sonrası, uzun uzun dua eden Recep onunla birlikte duaya kalan bir başka gencin dikkatini çekmişti. Recep’in yoksulluğu her halinden belliydi. Fakat mütevaziliği de belliydi. Yüzünde kibrin eseri yoktu Recep’in. Elinde olsa kurtarılabilecek herkesi kurtarır ve bir teşekkür bile beklemezdi. Dualarla yaşamayı, bolluk içinde yaşamaya tercih edecek kadar imanlıydı. Bu sebeple de vakti oldukça camiye gelir, gönlünce dua eder ve Allah’a sığınırdı. Allah onun için adeta tüm bu kötü şeylerin içinde bir çıkış kapısı, bir kurtuluş yolu idi.
Diğer genç Recep’i zaten bir süredir takip ediyordu. Fakat yaşı henüz çok genç olduğundan etraftakiler arasında onu tanıyan olmamıştı. Zira artık bu zamanda kimse öyle eskisi gibi birbirini tanıyamıyordu. Eskiden olsa illaki birinin eşi, dostu, hemşerisi çıkardı. Oysa şimdi pek çoğu dışarıdan bakınca Türk mü değil mi o bile anlaşılmıyordu. Özellikle son bir yıl içinde, gelenlerin çeşitliliği iyice artmıştı. Her milletten ve her mezhepten Müslüman geliyordu camiye. Her birinin namaz kılışları farklı olduğundan bazen hoca bile anlayamıyordu kimin hangi mezhepten olduğunu.
Genç, duası biten Recep’in yanına sokulduğunda Recep önce bu gençten şüphelendi. Fakat genç sıcakkanlı biriydi, bir iki güzel cümle kurarak Recep’i samimiyetine inandırdı. ‘’Gel seni bizim dergâha götürelim’’ dedi. Daha önce hiç böyle bir teklif almayan Recep, dergâhın da tıpkı cami gibi Allah’ın evlerinden biri olduğu hissiyatına güvenerek bu teklifi geri çevirmedi. İşe biraz geç kalacaktı ama hem bu yeni arkadaşını kırmak istemiyor hem de gencin adını söylerken bile gözlerinin ışıldadığı bu dergâhı çok merak ediyordu.
İkisi birlikte bir süre yürüdükten sonra dergâha vardılar. Burası yüksek duvarlarla çevrili ve bahçeli bir evdi. Bahçesi epeyce büyüktü ve bu bahçenin dört bir yanında rengarenk çiçekler vardı. Fakat Recep’in dikkatini bu çiçeklerden çok köşedeki küçücük baraka çekmişti. Gelir gelmez meraklı gözükmemek için sormaya çekinse de genel yapıya bir hayli ters düşen bu şekilsiz barakayı oldukça merak etmişti.
Biraz sonra içeri girdiklerinde onları kapıda bir başka genç karşıladı ve iki genç aralarında tuhaf bir şekilde selamlaştılar. Recep ilk kez böyle bir selamlaşma çeşidi görmüştü. Gençler bir süre aralarında fısıltıyla konuştuktan sonra, dergâha birlikte geldiği genç tarafından Recep’e ufacık bir şişe uzatıldı. Bu şişe zaten onda mıydı yoksa diğerinden mi almıştı belli değildi. Recep sorduğunda bunun güzel ve rahatlatıcı bir koku olduğu söylendi. O da yeni tanıştığı arkadaşına güvenerek şişeyi aldı ve nasıl yapacağını göstermeleri üzerine de burnuna dayayıp içindekini hızlıca çekti. Ardından diğerleri bir süre orada beklemesini söyleyerek odadan çıktılar.
Recep yalnız kalınca etrafı iyice bir gözlemledi. Demin içine çektiği şey sahiden de rahatlatıcı bir etkiye sahipti. Adeta kapının dışındaki dünyaya ait benliğinden eser kalmamıştı. Sadece bu içinde olduğu anın farkındaydı. Biraz tuhaftı ama güzeldi. Etrafa bakmaya devam etti. Yerler duvardan duvara kahverengi bir halı ile kaplıydı ve bu halının üzerinde hiç motif yoktu. Duvarlarda Arapça yazılar vardı fakat hiç resim yoktu. Ortam epeyce ışıksızdı. Sonra Recep fark etti ki bu alanda hiç pencere de yoktu. Hatta herhangi bir elektrik tesisatı da yoktu. Alanı aydınlatan tek şey duvarlardaki kandillerdi. Bu aslında hoş gözüküyordu ama yeterli ışık sağlanamadığından bu gündüz vaktinde bile ortam loştu.
Recep diğer gençleri beklerken, bir anda başka bir yüzle karşılaştı. Odanın diğer ucundaki küçük bir kapıdan çıkan yaşlıca bir adam ona doğru yavaş yavaş yürüdü. Adam epeyce yaşlı olsa da dinçti. Uzun ve kahverengi sakalları vardı. Çok yaşlı olduğundan, Recep, bu sakalların boyalı olduğunu düşündü. Ayrıca adamın kaşları yoktu. Bu detay da çabucak Recep’in dikkatini çekmişti. Kafasını tümüyle örten padişah kavuğu gibi büyük bir başlık taktığından, saçları hiç gözükmüyordu. Boynundan yere kadar uzanan tek parça ve yine tümüyle kahverengi bir kıyafet giyiyordu. Ortamın zaten ışıksız oluşu, Recep’in gözlerini iyice yormuştu ki bir de bu halı deseniyle uyumlu elbise, Recep’in zihninde halı nerede bitiyor adam nerede başlıyor sorusuna yol açıyordu.
Yaşlı adam yaklaştıkça bu soru daha da anlamsızlaşıyor çünkü adamın halı ile bütünleşen vücudu iyice büyüyor, adeta tüm odayı kaplıyordu. Görüşünün iyice bulandığını fark eden Recep düşmekten korktuğu için, tutunacak bir yere aradı fakat odanın ortasında olduğundan hiçbir dayanak bulamadı. En sonunda daha da kötüleşerek kendini son bir güçle yere bıraktı. Zaten düştü düşecekti, hiç olmazsa kendiliğinden yatmayı seçti. Bunun ardından manzarası bir anda değişen Recep, gözlerini tavandan alamıyordu. Çünkü tavan oldukça tuhaftı. Çember içinde çember, çember içinde çember vardı ve böylece sürüp gidiyordu. Tüm bu çemberlere bakmak Recep’in başını iyice döndürdü fakat yine de rahatlamış hissediyordu. Gözleri artık bu çemberlerin hareket ettiklerine emindi. Bir süre sonra yüzünde tatlı bir gülümsemeyle başında beliren yaşlı adamı gördü. Bilincini kaybetmeden önce son gördüğü şey onun karanlık yüzüydü.
…
Recep kendine geldiğinde ışıksız, küçücük bir yere hapsedilmiş olduğunu fark etti. Ortamda hiç ses yoktu. İçine anca sığdığı bu küçük hapishanede hareket etmesi pek de mümkün değildi. Hatta o kadar dardı ki oturamıyordu bile. Zihni hâlâ bulanık olduğundan yeterince düşünemiyordu da Recep. Hiç ışığın olmadığı, hiç sesin olmadığı bu daracık yer, zihninde çabucak vaazlarda sık sık tarif edilen kabre işaret ediyordu. Demek ki öldüm ben diye düşündü Recep ve hemen korkuyla dua etmeye başladı. Kısa sürede bildiği tüm duaları bitirdikten sonra, bu sefer de kendince Allah’tan yardım istemeye çalıştı. Bir süre de böylece konuştuktan sonra yorulan Recep, hiçbir faydasının olmadığı kabul edince sustu.
Böylece ne kadar zaman geçtiğine dair hiçbir fikri yoktu. Fakat yavaş yavaş aklı başına geliyordu. Gözlerini burada açmadan önce en son ne olduğunu düşünmeye başladı. Camide tanıştığı o genç ile, onun dergâh dediği yüksek duvarlı ve bahçeli bir eve gelmişlerdi. Sonra kapıdan içeri girince onları başka bir genç karşılamıştı. Ardından aralarında konuşan bu gençler, odadan çıkmış ve Recep’i orada yalnız bırakmışlardı. Fakat öncesinde dergâha birlikte geldiği genç tarafından Recep’e ufacık bir şişe uzatılmıştı. Recep başlangıçta çok güzel hissettirse de aklının bulanmasına sebep olan şeyin o şişedeki şey olduğuna emindi. Keşke çekmeseydim içime diye düşündü. Artık bilinci iyice yerine gelmişti. Herhalde hâlâ o dergâhta bir yerdeydi. En son yaşlı adamı baş ucunda görmüş ve sonrasında da bilincini yitirmişti. Demek ki ne olduysa ondan sonra olmuştu. Peki ama niye? Niye onu böyle daracık, ışıksız ve sessiz bu odaya hapsetmişlerdi?
Recep’in bu soruya verecek hiçbir cevabı yoktu. Birden aklına iş geldi. Çalışacak boşta bir sürü adam vardı. Üstelik pek çoğu da daha ucuza çalışırdı. Her ne kadar uzun süredir orada çalışıyor olsa da patron, böyle habersizce gelmemesinin ardından onu kesin kovardı. Başka ne iş yapardı ki Recep? Başka ne biliyordu?
İşte bu andan sonra artık sinirlenmeye başladı Recep. Oysa çok sakin yapıda biriydi. Bağırdığı bile olmazdı. Hele ki ağzından küfür çıktığı işitilmemişti hiç. Fakat şimdi bir anda gelen delilik hissiyle bağırmaya ve duyulup duyulmayacağını bilmese de etrafa küfürler savurmaya başlamıştı. Fakat bir süre sonra bundan da yorulan Recep, vazgeçmişti. Yaptığı ve yapacağı hiçbir şey onu durumdan kurtaracağa benzemiyordu. Boşuna kendini yorduğuna karar verip, sustu.
…
Kapı açıldığında onu dergâha getiren gencin kucağına yığıldı Recep. O kadar bitkindi ki adeta ölü gibiydi. Orada ne kadar kaldığını kendi dışındaki herkes biliyordu. Bir ara iki kişinin kollarına girdiğini fark etti. Fakat uzun süre o ışıksız ortamda kaldığı için, gözlerini tam açamıyor, açsa bile tam göremiyordu. Sadece dergâha ilk girdiğinde gördüğü çiçekleri, onları da kokularından seçebildi. Demek ki bahçedeydi. Sonra aklına o şekilsiz baraka geldi. Belki de bunca zamandır hapis tutulduğu yer orasıydı. Birazcık hâli olsa bunları sorgulayacak ve niye diye soracaktı. Fakat hiç hâli yoktu. Zaten az sonra da burnuna dayanan şişeden bir nefes çekince bilincini yeniden kaybetti. Bu sefer ki şişe öncekinden farklıydı ve etkisi çok daha güçlüydü.
…
Bir zaman sonra dergâhın ayak işlerine başlayan Recep, doğdu doğalı burada yaşıyordu sanki. Bazen kafasında belirmeye çalışan sorular, hızla silinip gidiyordu. Elinden hiç düşmeyen süpürge ile sürekli bahçedeydi. Bazen başka işler verildiği de oluyordu fakat genellikle bahçedeydi. Çiçekleri gördükçe kısa süreli gülümsüyor, mutlu oluyordu. Oysa barakayı görünce niçin olduğunu tam hatırlayamasa da tuhaf bir korku hissiyle dolup, hemen başını çeviriyordu.
Recep günde bir kez, o da sabahları çorba içiyordu. Gün içinde de bitkin düştüğü görülürse biraz su ve ekmek veriliyordu fakat fazlası yoktu. Kimse onunla konuşmuyor sadece dergâha birlikte geldiği genç, günde üç sefer gelip o şişeden koklatıyordu. Ancak o da hiç konuşmuyordu Recep ile. Zaten Recep’in de konuşmaya dair herhangi bir arzusu kalmamıştı. Bazen tüm gün yerleri süpürüyordu fakat aklında tek bir düşünce bile belirmiyordu. Artık ilk zamanlar filizlenmeye başlayan o düşünce tohumlarından da eser yoktu. Recep artık o ilk gün kapatıldığı barakadaki kadar sessiz, ışıksız ve hapisti.
10.07.2022
Kör Mehdi
İsmail, babası tarafından elleriyle teslim edilmişti Kör Mehdi’ye. Kör Mehdi bu civarın en saygın alimi olarak kabul edilir, özellikle de diğerlerine nazaran daha zeki görülen çocuklar, ileride onun gibi bir alim olsunlar diye yanına verilirlerdi. Aslında devlet, çocukları okula göndermeyi zorunlu kılmıştı fakat pek çoğuna nüfus kâğıdı bile alınmayan bu çocukların kaderi, tümüyle aileleri ve mehdileri tarafından belirleniyordu. Mehdi, başlangıçta her çocuğa eşit eğitim veriyor fakat zamanla yeteneklerine göre çocukları ayırıyordu. Bugüne değin yüzlerce öğrencisi olmuştu ve hatta civar köylerde bir zamanlar onun yetiştirmiş olduğu öğrenciler de kendi tekkelerini açmışlar ve ona bağlılıklarını bildirerek bir nevi icazet almışlardı.
İsmail, Kör Mehdi’ye teslim edildiğinde henüz 9 yaşındaydı ve köydeki genç öğretmenin sınıfında 2 sene kadar eğitim görmüştü. Bu sayede okumayı ve yazmayı öğrenmişti. Biraz matematik ve tarih de biliyordu. Fakat sonra öğretmen köydeki baskılara dayanamayıp gidince, yerine yenisi gelmemiş ve köy öğretmensiz kalmıştı.
Kör Mehdi eskiden beri öğretmen milletine düşmandı. Şüphesiz ki devletin her şeyine düşmandı fakat gücü yalnızca genç ve savunmasız öğretmenlere yetiyordu. 3-5 yılda bir gözünü karartıp bu ücra köydeki okula gelen genç öğretmenler ise Kör Mehdi ile başa çıkabilecek kadar dirayetli olamıyorlardı. Zira Kör Mehdi’nin, köyün tek alimi olma yolunda önüne çıkacak en ufak engele bile tahammülü yoktu. Düşmanlığı ise oldukça merhametsizdi. Elinden gelen her türlü kötülüğü yapar ve sonunda istediğini alırdı. Fakat onunla iyi geçinip, biat edenler için herhangi bir sorun yoktu. Hatta onun mehdiliğiyle sorunu olmayan ve ona koşulsuz iman edenler, oldukça rahat ederlerdi. Zira Kör Mehdi yıllar içinde adını çok uzak köylere bile duyurmayı başarmış ve belirli ölçüde bir saygınlık kazanmıştı. Bu nedenle de onun yanında, yakınında olmak bir nevi ayrıcalıktı. Köylüler bunu bildiklerinden mehdilerinin sözünden hiç çıkmazlar, o ne derse yaparlar ve rahat ederlerdi.
‘’Adın ne senin evladım?’’ diye sordu Kör Mehdi. İsmail, adamın tuhaf gözlerine bakmaya korkuyordu. Babası konuşması için dürtükleyince korkarak da olsa kafasını kaldırdı ve adını söyledi.
‘’Maşallah! Maşallah!’’ dedi Kör Mehdi ve eliyle bir çırpıda bulduğu çocuğun başını okşadı.
Sonrasındaki birkaç gün içinde Kör Mehdi ve İsmail sürekli sohbet ettiler. Fakat sohbet genellikle tek taraflıydı. Çünkü mehdi kendisine cevap verilmesine pek müsaade etmez, sık sık karşısındakine sorular sorsa da asla bu soruların cevabını beklemez ve yine kendisi konuşmaya devam ederdi. Her iki lafından birinde mutlaka anlaşılmaz bir kelime söyler fakat bu kelimelerin anlamını asla söylemezdi.
İsmail uslu bir çocuk olduğundan ve biraz da babasının korkusundan mehdi ne derse onu yapmaya hazırdı. Zaten babası onu bıraktığından beri de Kör Mehdi’nin evinde kalıyordu. Anasını ve küçük kardeşini biraz özlemişti ama babasını pek de özlediği söylenemezdi. Hem mehdinin evinde başka çocuklar da vardı. Gerçi onların yaşı İsmail’den büyüktü ama yine de orada başka çocukların da olması İsmail’i mutlu ediyordu. Tabi bu çocukların hiç oyun oynamayışları, sürekli yetişkin işleriyle meşgul olmaları tuhafına gitmişti fakat hiçbiri halinden şikayetçi gözükmüyordu.
Bir süre sonra İsmail’e de birçok iş verilmeye başlanmıştı. Küçük olmasına aldırılmıyor, her işe koşturuluyordu. Fakat İsmail zaten babasından da benzer bir muamele gördüğü için, bunu da pek dert etmiyordu. Yalnız, evde Kör Mehdi dışında başka hiçbir yetişkinin olmayışı ve hiç kadın bulunmaması dikkatini çekmişti. Çünkü normalde köy yerinde herkes erkenden evlenir ve çoluk çocuğa karışırdı. Oysa bu mehdi kaç yaşında adamdı fakat ne bir karısı ne de çocukları vardı.
Bir gün Kör Mehdi, İsmail’i huzuruna çağırtmıştı. Bu, İsmail’in mehdisinin huzuruna ilk çıkışı olacaktı. Oldukça heyecanlanan İsmail, diğer çocuklara bunun anlamını sorsa da hiçbiri ona bir şey söylememişti. Yalnız, buraya geldiği günden beri mehdinin günde birkaç kez çocukları huzuruna çağırttığına ve orada bir süre ders verdiğine şahit olmuştu. Zaten bu İsmail’in önceden de bildiği bir hadiseydi. Babası buraya gelmeden önce ona bahsetmişti. Mehdi’nin huzuruna çıkacağını, bunun hemen olmayacağını fakat mehdi onu severse sık sık yaşanacağını söylemişti.
İsmail, babasına pek bir şey soramazdı fakat anasına sormuştu daha evvelden. Anası Kör Mehdi’nin lafı açılınca pek memnun olmazdı niyeyse. Yine de oğluna korkmamasını, güçlü olmasını tembihlemişti. İsmail de bu nedenle korkmuyordu. Babasına olmasa da anasına güveni tamdı. Hem diğer çocuklardan bazıları her gün huzura çıkıyor ve hiçbir şey olmuyordu. Kör Mehdi tuhaf bir adamdı fakat henüz kimseyi dövdüğünü ne görmüş ne de işitmişti.
Huzura girmeden önce üç kez besmele çekmesi ve kapının hemen dışındaki testiden bir tas su içmesi gerekiyordu. Onu huzura çağıran çocuk böyle söylemişti. O da denileni yaptı ve ardından da dokunur dokunmaz gıcırdayan tahta kapıyı açarak içeri girdi. Kör Mehdi karanlıkta oturuyordu. İsmail bir an için adamın kör olduğunu unuttuğundan bunu garipsemişti fakat hemen sonra hatırlayınca şaşkınlığı geçti.
‘’Ört kapıyı evladım.’’ dedi Mehdi.
İsmail, kapıyı örtünce göz gözü görmez bir karanlık oluşmuştu. Çocuk haliyle korkmaya başladı fakat mehdi onu sakinleştirmek için uzanıp elini tuttu ve tam karşısına oturttu. Odadan tuhaf bir de koku geliyordu.
‘’Beğendin mi bu kokuyu evladım?’’ diye sordu mehdi fakat İsmail cevap vermedi. Biraz başı dönmeye başlamıştı ve biraz da midesi bulanıyordu.
Kör Mehdi bir süre başka hiçbir şey söylemeden ve yapmadan öylece bekledikten sonra konuştu.
‘’Zamanı geldi evladım.’’
İsmail neyin zamanının geldiğini anlayamamıştı fakat artık gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu.
‘’Şimdi, Kör Mehdi seni görecek evladım.’’
10.07.2022
Ellerim Kırılaydı
Muhabir ve kameraman her gün olduğu gibi çalışmaya başladılar. Onların işi gün boyunca insan trafiğinin yoğun olduğu bir caddede, vatandaşa mikrofon uzatıp sorular sormaktı. Eğer ülke gündemini meşgul eden çok önemli bir konu yoksa sorular hep aynı oluyordu.
- Ekonomi nasıl?
- Geçinebiliyor musunuz?
- Bugün seçim olsa oyunuzu hangi partiye verirdiniz?
- Sizin Cumhurbaşkanı adayınız kim?
- Son gelen zamlar hakkında konuşmak ister misiniz?
- Hükümetten ya da muhalefetten memnun musunuz?
Muhabir çoğunlukla bu ve benzeri soruları soruyordu. Zaten konuşmaya istekli olan insanlar için sorunun da bir önemi yoktu. Zira bunu hayatının fırsatı olarak gören bazıları, konuştukça konuşuyor ve başını belaya sokacak sözler dahi sarf ediyordu. Bu noktada çoğu kez muhabir müdahale ediyor ya da vatandaşa durumu açıklayarak yayınlamak için özel izin istiyordu. Yine de her şeye rağmen konuşan ve sonradan çok pişman olanlar da vardı fakat birçoğu için artık işler hapisse hapis, idamsa idam raddesine gelmişti.
Mikrofon uzatılan insanlar arasında eleştirel içerikli konuşanlar çoğunluktaydı. Bunların büyük kısmı iktidarı eleştirse de önemli sayılabilecek bir kısmı da muhalefeti eleştiriyordu. Bazıları ise hiçbirinden memnun değildi ve hepsinin Allah belasını versin noktasına gelmişti.
Zaman zaman tartışmalar da çıkıyordu. Çünkü vatandaş fikrinin sandık haricinde sorulmasına pek de alışık değildi ve bu nedenle de birdenbire karşısına çıkan şansı tepmeyip, ulusa sesleniş edasıyla saçmalayabiliyordu. Kameranın önünde olmak önemli bir şeydi fakat daha önemlisi adam yerine koyulmak ve fikrinin sorulmasıydı. Bu nedenle bazıları normalde hiç olmadıkları kadar kibar ya da adil olabiliyorken, bazıları da atara atar gidere gider bir tutumla dünyaya meydan okuyordu. Bazıları ise usta bir siyasetçi gibi lafı harikulade eğip büküyor ve ettiği onca lafın ardından çekip giderken ne dediğine dair kimsenin aklında tek bir cümle kalmıyordu.
İşte böyle günlerden birinde muhabir ve kameraman, yine insan trafiğinin yoğun olduğu bir caddede röportaj yaparken ilginç bir şey oldu. Adamın biri üstü başı sırılsıklam bir halde çıkıp geldi. Muhabire ve vatandaşa aldırmadan, yüzünü doğrudan kameramana döndü ve bir çırpıda gerçekleştirdiği bu hareket sonrası şaşkınlıkla onu izleyen kalabalığın ortasında, kendini ateşe verdi.
Kimse neler olduğunu anlayamamıştı. Çünkü böyle anlarda her zaman için kendini yakacak olan kişi bu eylemi gerçekleştirmeden önce en azından birkaç cümle eder ve derdini anlatırdı. En azından bunu niye yaptığını söyler ve kendini öyle yakardı. Fakat bu vatandaş öyle yapmamıştı. O denli kararlıydı ki, tek kelime etmeden kamerayla yüz yüze geldiği anda gözünü bile kırpmadan kendini ateşe vermişti.
Kalabalık bir cadde olduğu için, müdahale eden de çok oldu haliyle ve adam kısa sürede söndürüldü. Kimi suyla, kimi ıslak bir örtüyle kimi de yangın tüpüyle gelmişti. Neyse ki kimse müdahale ederken tereddüt etmemiş ve adam çabucak söndürülmüştü.
Kısa süre sonra gelen ambulans, kalabalık caddeye girmekte zorlansa da ellerinde sedye ile koşan sağlık görevlileri çabucak geldiler. O sırada adamın bilinci hâlen açıktı ve konuşabilecek durumdaydı. Kameraman olayın tümünü kaydetmişti fakat hâlen adamın bu eylemi niçin gerçekleştirdiğine dair hiç kimsenin bir fikri yoktu. Muhabir adamın eylem öncesinde olduğu gibi, sonrasında da susacağını anlamış olacak ki sağlık görevlileri adamı sedyeye koyup da ambulansa götürmeden evvel, bu eylemin nedenini anlamak için sordu:
- Efendim neden yaktınız kendinizi?
Fakat adam cevap vermemişti. Belki de şok geçiriyordu çünkü gözleri açıktı fakat oldukça boş bir şekilde bakıyordu etrafındaki kalabalığa. Görevliler, ilk müdahaleyi yapıp yaralıyı sedyeye yerleştirince olay yerine ulaşan polisin de yardımıyla, kalabalığın arasından ambulansa doğru hızla ilerlediler. Oysa muhabir şansını bir kez daha deneme niyetindeydi. Kameramandan kendisini takip etmesini istedi ve sedyenin peşine takılmak yerine doğrudan ambulansın kapısına koştu. Polisin yardımına rağmen yine de kalabalıkta güçlükle ilerleyen görevliler, nihayet kapıya ulaştıklarında muhabir hamlesini yaptı ve yaralı vatandaşa tekrar sordu:
- Efendim neden yaktınız kendinizi?
Adam bir saniyeliğine başını kaldırdı. Bu sırada ambulansa konuluyordu. Muhabir ile göz göze geldi ve tek bir cümle etti:
- Ellerim kırılaydı.
Vatandaşın bu cevabı ertesi günün gazetelerine manşet olmadı. Hatta televizyonlara da çıkmadı fakat sosyal medyada bir hayli gündem olmayı başardı. Muhabir olayın peşini bırakmamıştı ve adamı hastanede de ziyaret etmişti fakat akrabaları ve hâlen bağlı olduğu partinin üyeleri onu vatandaşa yaklaştırmamışlardı. Muhabir son bir kez şansını denemek için ambulanstaki görevlilerle konuşmak istedi. Orta yaşlı olanı konuşmayı reddetse de genç olanı cesur davranıp konuşmuştu ve çok garip bir şey söylemişti.
Meğerse adam, ambulans hareket ettikten hemen sonra bayılmış fakat kısa süre sonra sayıklamaya başlamış ve yol boyunca da hep aynı şeyi söylemişti. Aslında sayıkladığı şey, ambulansa bindirildiği sırada söylediği şey ile aynıydı:
- Ellerim kırılaydı. Hay ellerim kırılaydı. Hay ellerim kırılaydı da oy vermeyeydim.
10.07.2022
İhtiyar Devrimciler
Merkez komiteden ilçe örgütlerine bir yazı geldi. Bu yazıda ilçe örgütlerinin halk ile bütünleşmesine yönelik bir takım sanat faaliyetleri yapılması yönünde talimatlar vardı. Bu talimatlardan biri de sinema etkinlikleriydi. Özellikle örgütün genç üyeleri bu talimata çok sevindiler. Zira sürekli bildiri dağıtmak, duvarlara afiş yapıştırmak ya da slogan atmaktan sıkılmışlardı. Halka doğrudan ulaşmanın çeşitli sanat faaliyetleriyle de mümkün olacağının farkında olan genç devrimciler, bu fikri çok desteklediler. Fakat seçilen filmler konusunda birtakım şüpheleri vardı. Çünkü merkez komite fazlasıyla ince eleyip sık dokumuş ve ortaya seyir zevki açısından oldukça vasat filmler çıkmıştı. Fakat tabi itiraz etmeleri söz konusu değildi. Her şeye rağmen farklı ve güzel bir etkinlik olacağını düşünerek itina ile hazırlandılar.
Bu iş için ilçe örgütüne ait apartmandan bozma evin salonunu ayırdılar ve sıradan halktan kimseler de bu etkinliğe katılacağı için duvarlardaki afişleri indirdiler, sloganları kaldırdılar, hatta ortalıkta ideolojik olabilecek ne varsa temizlediler ve görünürde tümüyle tarafsız bir ortam yarattılar. Yine de kapıdaki isimden rahatsız olanlar olacaktı elbette fakat en azından bu eşiği geçip de içeri girenler, doğrudan siyasi propaganda ile karşılaşmayacak ve üzerlerinde herhangi bir politik baskı hissetmeden sanat temalı filmleri izleyebileceklerdi.
Gençler bu etkinlik için epeyce uğraştılar. İnternet üzerinden ulaşabildikleri herkese ulaştılar. Kafelere, kahvehanelere, taksi duraklarına, diğer esnafa ve pazarcılara hazırladıkları küçük, propagandadan uzak davetiyeleri dağıttılar. Böylelikle ellerinden gelen her şeyi yapmış olarak, içleri rahat bir şekilde o gün gelene değin morallerini yüksek tuttular. Nihayet merkez komite, genç yoldaşlarının sözlerine kulak vermiş ve klasik propaganda yöntemlerinin dışına çıkarak sinema sanatını kullanma kararı almıştı.
Etkinlik günü geldiğinde gençler, ücretsiz olarak halka sunmak üzere tatlı ve tuzlular almış, bir de güzel çay demlemişlerdi. Her şeyin güzel olacağına inanç tamdı. Ta ki eski devrimciler peş peşe kapıda belirene değin. Yoldaşlarını selamlayan yaşını başını almış devrimcilerin her biri, sorgusuz sualsiz içeri geçtiler ve salonda yerlerini aldılar. Bazıları da dışarıda, kapı önünde bekliyorlardı.
Genç devrimcilerin daha şimdiden morali bozulmuştu. Çünkü bunun nereye varacağı çok belliydi. Özellikle kapıda bekleyen tecrübeli devrimciler, etkinliğe gelenleri kendi kişisel süzgeçlerinde eliyor, etiketliyor ve etkinliğin güvenliğini bahane ederek kapıdan çeviriyorlardı. Onların elemesinden geçenleri ise içeride daha zor bir sınav bekliyordu. Zira sosyalist propagandayı bir yaşam felsefesi haline getirmiş bu ihtiyar devrimciler, içeri giren her yeni yüzü siyasi bilgiler taarruzuna maruz bırakıyor ve kısa sürede geldiklerine pişman ediyorlardı.
Bunları görüp de müdahale etmek isteyen genç devrimcilerden biri, kapıya çıkıp da onlardan birini uyardığında ise tersleniyor ve neredeyse ihanetle suçlanıyordu.
- Yahu abi o amcayı niye almadınız? O da mı faşist?
- Faşist değil ama gerici. Gericiden bize yoldaş olmaz.
- Ne gericisi abi, halk o.
Tartışmaların tümü, aşağı yukarı bu minvaldeydi. Merkez komitenin ilçe örgütlerinden beklediği şey, halk ile sanatsal faaliyetler üzerinden yakınlık kurmak ve ilerleyen zamanda da sosyalist fikriyatı aşılamaktı. Oysa ihtiyar devrimcilerin gözünde halk; faşist, gerici, reformist, revizyonist, burjuva, lümpen, işbirlikçi vesaire gibi bölümlere ayrıldığından kapıları herkese açmak yoldaşlığa ihanet etmekle eşdeğerdi.
Bir süre sonra filmin başlama saati gelince kapıdaki devrimciler yukarı çıktılar. Yukarıdaki devrimciler de önceden gelenleri rahatsız ederek kaçırdılar ve salon ihtiyar devrimcilerle doldu. Çaylar içildi, tatlı ve tuzlular yenildi. Film bitince herkes birbirine teşekkür etti ve tüm ihtiyar devrimciler vazifelerini yapmış birer devrim kahramanı olarak, yoldaşlarıyla kol kola çıktılar kapıdan. Zafer ihtiyar devrimcilerindi.
11.07.2022
Deniz’in Babası
Deniz, etrafını saran kalabalığın içinde kaybolmak üzereydi. Bu duydukları gerçek olamazdı. Bir anda nasıl da her şey tersine dönmüştü. Fakat pişmanlık ve utancı aynı anda yaşamasına sebep olan yalnızca birlikte yürüdüğü bu kalabalığın attığı sloganlar değil, onları durdurmak için karşılarına dikilmiş polisler arasında bulunan babasıydı.
Bir haftadır kayıp olan öğrencinin cansız bedeni, nihayet bulunduğunda gerçek görüldü. Genç kız önce yoğun şiddete maruz kalmış ve ardından da gösterdiği tüm dirence rağmen tecavüze uğramıştı. Ona bunu yapanların en az iki kişi oldukları sanılıyordu fakat henüz şüpheli kimse ya da olayı aydınlatıcı bir ipucu yoktu.
Bu vahşi cinayet ile birlikte, yalnızca bu dönem içinde katledilenlerin sayısı 12 olmuştu. Hayatının baharında 12 genç kız. Hepsi şiddet görmüş, ardından tecavüze uğramış ve sonrasında da öldürülmüştü. Bazıları tecavüz sonrasında, bazıları ise takip eden birkaç gün içinde öldürülmüştü ve bilinen katillerin tamamı aynı yaş grubundan erkeklerdi.
Deniz ve arkadaşları, tüm bu tecavüz ve cinayetler için yapılacak olan büyük yürüyüşe katılmayı kendilerine borç biliyorlardı. Hayatları ellerinden vahşice alınan arkadaşları için, en azından bu kadarını yapmaları gerekiyordu. Her şey hazırdı. Okul yönetimi ile görüşülmüş, polis ile her konuda hemfikir olunmuştu. Okul içinden ve dışından binlerce üniversiteli yürüyüşe katılacaktı ve amaç sadece tüm bu yaşananlara tepki göstermek ve arkadaşları adına adalet sistemine seslenmekti. Bunda yanlış hiçbir şey yoktu ve herkes bunun farkındaydı.
Yürüyüş gayet sakince başladı. Polisler gerekli güvenlik önlemlerini almışlardı ve sorun çıkmadıkça müdahale etme gibi bir niyetleri yoktu. Öğrenciler yürürken bir yandan da ölen arkadaşları için sloganlar atıyor ve tüm bu yaşananlara sessiz kalan siyasileri eleştiriyorlardı. Tabi birtakım kişiler söz alarak sloganları belirliyor ve diğerleri de onlara eşlik ediyordu. Başka türlü bir düzen sağlanamazdı. Fakat bir zaman sonra topluluk içindekilerden bazıları, kendilerini izleyen polislere laf atmaya başladılar. Polislerden bazıları ise yürüyen gençlerin kılık kıyafetine, saç rengine ya da sloganlarına karışmaya başladı. Bu durum asla topluluğun geneliyle ya da polislerin geneliyle ilgili değildi. Fakat her iki topluluktan da bazıları, birbirine çeşitli sebeplerle kin besliyor ve fırsatını buldukça da bu kini kusuyorlardı.
Sonunda işler çığırından çıktı çünkü topluluk içinden bazıları, kabul edilemez bir şey yaparak bölücü sloganlar atmaya başladılar. Polislerin buna göz yumması düşünülemezdi. Zaten topluluk içindekiler de buna göz yumamazdı ve ilk tepkiyi de onlar verdiler. Gençlerin bazıları bu kışkırtıcı sloganları atanları uyardı fakat faydası olmadı. Niyetleri açıkça kendi propagandalarını yapmak olan bu küçük kitle, bir anda tüm topluluk adına sloganlar atmaya ve polislere sataşmaya başladı. Her ne kadar polislerin arasında tecrübeli olup da bu tür kışkırtmalara karşı dikkatli olanlar olsa da bazı genç polisler, neler olduğunu tam anlayamadıkları için tepki gösterdiler.
…
Bir anda nereden geldiği belli olmayan bir taş, polislerden birinin göğsünde belirdi. Nefesi kesilen polis, yere düşerken eylemi sürdüren gençler arasında da bir tartışma kopuverdi. Çünkü polise taş atanı gören gençler, onu derhal gruptan atmak istediler fakat kışkırtıcılar baskın gelerek polisten yana olan gençleri susturup sloganlarına devam ettiler.
Bu olayla birlikte polis amirleri gruba karşı çeşitli uyarılarda bulundular. Tabi bazı polisler bu uyarıları bile gereksiz görüyordu. Onlara kalsa bu vatan hainlerini bir güzel dövmeliydiler. Fakat yasalar öyle demiyordu. Tecrübeli polisler -ki pek çoğunun topluluktakilerle yaşıt çocukları vardı- mümkün olduğunca sakin kalıyor ve diğerlerini de sakin tutmaya çalışıyorlardı.
Deniz, arka taraflarda olduğu için neler olduğunu anlayamamıştı. Fakat bazı gençlerin polis ile sürtüştüğünü görmüştü. Bir süre sonra gruptan ayrılan gençler olmaya başladı. Zaten sürtüşmeyi başlatan kışkırtıcıların arasında kalanların tümü, diğerlerini de uyararak derhal ayrılmışlardı. Fakat geride kalan binlercesine gördüklerini o anda anlatmaları şüphesiz ki imkansızdı.
İşler tersine dönmüştü ve ortam bir hayli gergindi. Polis amirleri ve üniversite yönetimi bir araya gelerek, hızlıca bundan sonra olacakları konuştular. Polis bu konuda çok tecrübeli olduğu için yönetimi kısa sürede ikna etti fakat öncelikle yönetimden öğrencilerin sevip saygı duyduğu bir isme megafon verilerek topluluğu yatıştırması istendi.
Bu isim herkesi sağduyulu olmaya çağırsa da ve sesinin ulaştığı öğrenciler tarafından ılımlı karşılansa da kışkırtıcı grup tarafından çabucak yuhalandı ve daha fazla konuşması engellendi. Polisin, biraz sonra olacaklar için yapabileceği başka bir şey kalmamıştı.
Her iki tarafta da iyi niyetli ve kötü niyetliler vardı şüphesiz ve yaşanan olaylar baktığınız açıya göre oldukça farklı şekillerde yorumlanabilirdi. O gün orada bulunan ve başından sonuna yaşananlara şahit olan herkes bunu kavrayabilirdi. Fakat tabi kavramak yeterli değildi. Bir orman yangını çıkmak üzereydi. Çeşitli noktalardan kibritler çakılmıştı ve acil müdahale gerekiyordu.
Ön sıralarda yaşanan ve artık çatışmaya döndüğü belli olan olaylar sonrası polis, kontrolü sağlamak adına yürüyüşü durdurdu ve belirlediği kışkırtıcılara karşı müdahaleye başladı. O sırada Deniz hâlâ konvoyun arka taraflarındaydı. Tabi arkadakiler önde yaşananları bilmediklerinden, olanları yanlış yorumluyor ve haksızlığa uğradıklarını düşünerek daha bir azimle yürüyüşlerine devam ediyorlardı. Neticede bu yürüyüşün amacı, vahşice katledilen arkadaşları için ses olmaktı. Şartlar ne olursa olsun, susmak korkaklıktı.
Deniz ve beraberindekiler el ele tutuşarak, kaçışanlara aldırmadan yürümeye devam ettiler ve kısa süre sonra da polis ile karşı karşıya geldiler. O sırada yeni bir kargaşa oluştu ve Deniz bir anda oraya dek beraber geldiği arkadaşlarından ayrı düştü. Fakat ne fark edecekti ki? Nihayetinde hepsinin oraya geliş amacı aynı değil miydi?
…
O gün henüz 19 yaşında olan Deniz, hiçbir şeyin göründüğü kadar basit ve masum olmadığını anladı. Bir anda etrafını saran kalabalığın içinde kaybolmak üzereyken, bu duyduklarım gerçek olamaz diye düşündü. Çünkü atılan sloganlar ne onu ne de öldürülen arkadaşlarını temsil ediyordu. Hatta ne bugün ile ne dün ile ne de yarın ile ilgiliydi. Atılan bu düşmanca sloganların, amacı baştan belli olan böyle bir yürüyüşte öne çıkmasının tek bir sebebi olabilirdi: Provokasyon!
Bir anda nasıl da her şey tersine dönmüştü. Deniz, pişmanlığı ve utancı beraber yaşıyor ve kendini bir an önce bu durumdan kurtarmak istiyordu. Genç kızın bu pişmanlık ve utancı aynı anda yaşamasına sebep olansa yalnızca birlikte yürüdüğü kalabalığın attığı sloganlar değil, onları durdurmak için karşılarına dikilmiş polisler arasında bulunan babasıydı.
Şimdi onunla göz göze gelse ne yapacaktı? Yanındakiler hep bir ağızdan babasına küfrederken neler hissediyordu? Peki ya ömrü boyunca onu bal kızım diye seven ve bırakın vurmayı kötü söz bile etmeyen babası, şimdi elinde cop ile bir savaş halindeyken, onu bu savaşın karşı cephesinde görse, ne düşünecekti?
11.07.2022
Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri
‘’Ben gelmiyorum baba’’ dedi Zeki.
Baba bu lafa oldukça sinirlense de zorla güzellik olmayacağını düşünerek kabullendi durumu. Fakat sitem etmeden de duramadı elbet.
‘’Valla günahı senin boynuna evladım. Her kul kendi bacağından asılır. Böyle mübarek bir zatı görmek, belki de hayatta bir kez nasip olur insana.’’
Biraz sonra baba, hanımı ve iki küçük kızını da alarak yola çıktı. Yolları uzundu. Yazın bu sıcağında karşı yakaya geçecekler, birçok vesait değiştirecek ve trafiği de hesaba katarsak 2-3 saat yol gideceklerdi. Evde kalan oğulları Zeki ise olanları internetten takip edeceğine söz vermişti fakat niyeti biraz bakıp sonrasında bildiğini okumaktı. Zamane gençlerini anlamak mümkün değildi. Koskoca Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri bir yurt açılışı için şehirlerine gelmiş ve bu açılış vesilesiyle de sohbet düzenleme kararı almıştı oysa Zeki Bey 2-3 saatlik yolu çok görmüş, olanları internetten izlemeyi teklif etmişti.
Baba söylene söylene evden çıksa da o mübarek zatın ayağına gidiyor olma fikri bile içini huzur ile doldurduğundan, oğluna olan öfkesi çabucak kaybolmuştu. Bugün onu kimsecikler sinirlendiremezdi. Yol boyunca da mübarek zatın sözleri ve yüzü aklında belirdikçe huzurla doluyor ne sıcak ne kalabalık ne de yol umurunda bile olmuyordu. Gerçi hanım ve çocuklar perişan olmuşlardı fakat onlara da sürekli bu işin sevabını hatırlatıyor ve kazançlı çıkacaklarını ısrarla vurguluyordu.
Zeki ise evde kalmakla ne kadar iyi ettiğini düşünüyor ve hazır evde kimse yokken gönlünce internette geziyordu. Ara sıra da cemaatin sosyal medya hesaplarına bakıyor ve gelişmeleri takip ediyordu. Çünkü babası tek bir şartla onu evde bırakmıştı; her şeyi an be an takip edecekti. Yalnızca bu şart ile evde kalabilirdi. Bu nedenle Zeki, hepsini olmasa bile paylaşımların bir kısmını takip ederek ne olup bittiğini görmeliydi.
…
Yaklaşık 2-3 saat sonra baba ve ailesi, tam da Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri konvoyuyla beraber yurda yaklaşırken alana vardılar. Aile soluklanmaya bile vakit bulamadan coşkun bir kalabalık ile karşılaştı ve buna herkes gibi onlar da memnun oldular. Zata gösterilen bu ilgi muazzam bir sevinç vesilesiydi.
Zeki, sosyal medya hesaplarında gezdiği sırada yayının başladığını gördü ve izlemeye koyuldu. Evvela konvoyun büyüklüğü dikkatini çekmişti. Hepsi de lüks arabalardan oluşan bu konvoyun sonu gözükmüyordu bile. Yurdun önünde bekleyen kalabalık ise konvoyu önemsiz kılacak denli büyüktü. İnsanlar bu önemli zatı bir an önce görmek için sabırsızlanıyorlardı. Zeki ise sadece babası eve gelince sorduğunda bir şeyler söyleyebilmek için izliyor, zerrece etkilenmiyordu bu durumdan. Onun dikkatini çeken şeyler başka şeylerdi. Daha önce bu yönde bir araştırma yapmamıştı fakat şimdi bu konvoyu görünce aklına bir kurt düşmüştü çocuğun.
Cemaatin tüm sosyal medya hesaplarına hızlıca göz atmaya başlayan Zeki, geriye doğru tüm paylaşımları taradı. Gördüğü şey akıl almaz bir zenginlik, adeta bir saltanat hayatıydı. Oysa Zeki’nin ailesi yoksuldu. Zeki’nin o çocuk aklıyla düşündüğü ilk şey bu olmuştu. Çünkü annesi, babası ve kız kardeşleri Zat-ı Mübarek için bu sıcakta onca yolu toplu taşıma kullanarak gitmişlerdi. Oysa zatın kendisi lüks arabalardan oluşan bir konvoy ile gelmişti alana. Zeki bir anda bunu sorgulamaya başladı. Çünkü biliyordu ki babası dişinden tırnağından arttırdığını sık sık Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri için bağış olarak yolluyor ve karşılığında dua dışında hiçbir şey almıyordu.
Zeki’nin aklına takılan ikinci şey, Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri’nin o meşhur sohbetleriydi. Adam hemen her sohbetinde yoksulluğu övüyor, Dünya zenginliklerini reddediyordu. Üstelik sadece maddi zenginlikleri değil manevi mutluluk sayılabilecek eğlenceli şeyleri de reddediyordu. Teknolojinin getirdiklerini ise kısmen reddediyor, işine geldiği kadarını da faydalı buluyordu. Ona kalsa paranın zerrece önemi yoktu. Şatafattan uzak, sessiz ve sakin bir hayat için gece gündüz dua ediyordu. Oysa küçücük bir yurt açılışı için binlerce insan toplamıştı ve kendisi de ucu bucağı gözükmeyen bir konvoy oluşturmuştu. Bu işteki tutarsızlığı Zeki akıl ediyordu da babası nasıl akıl edemiyordu?
İyice sinirlenen Zeki, araba işinden pek anlamasa da merak etti ve konvoydaki arabaları arama motorunda arattı. En ucuzu bile servet değerinde olan bu arabaların parası acaba nereden geliyordu? Hele ki Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri’nin indiği araç, konvoydaki diğer araçların en pahalısı olarak, sürekli yoksulluğu öven bu adamın altında ne arıyordu?
Zeki, önceki paylaşımlara baktıkça şok üstüne şok geçiriyordu. Zira bu açılan bilmem kaçıncı yurttu. Bundan başka onlarca yurt açılmış ve hepsinin parası da bağışlar ile ödenmişti. Her şey bir yana tamamı bağışlarla açılan bu yurtlarda kalabilmek için vatandaştan ayrıca para da alınıyordu.
‘’Yok artık.’’ dedi Zeki. Her fırsatta hayrına yapıldığı vurgulanan bu yurtlardan, yine bağış adı altında para toplanması ve o bağışlarla yeni yurtlar açılıp, onlardan da bağış toplanması işleri içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu.
Peki ama kimdi bu Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri?
Zeki, sosyal medya hesaplarına bakmaya ara verip araştırma motoruna zatın adını yazdı. Çıkan yüzlerce haber arasından rastgele birini açtı. Taciz! Aman Allah’ım, 10 sene öncesine ait bir haberdi bu ve kılığı kıyafeti biraz değişik olsa da aynı adam olduğuna emindi Zeki. Adamın şimdiki halini ve bu haberdeki halini ekranında yan yana koydu. İkisi aynı kişiydi. Herhalde bir yanlışlık olmuştur diyerek başka haberleri de açtı Zeki. Haberler çok çeşitli suçlamalarla doluydu. Çocuk istismarı, taciz, evrakta sahtecilik, hayali ihracat, irticai faaliyetler vesaire. Adamda her yol vardı.
Gözlerine inanamayan Zeki, bir an önce babam eve gelse de bunları anlatsam diye düşünürken, yeniden sosyal medya hesabındaki canlı yayını açtı ve ekranda tamamen tesadüfi olarak babasını gördü. Daha doğrusu tanıdı. Zira babası, Zat-ı Mübarek Uyanık Efendi Hazretleri’nin ayaklarına kapandığından yüzü gözükmüyordu. Onu, sırtındaki eski püskü ceketten tanımıştı.
Morali bozulan Zeki tüm sekmeleri kapattı ve bir süre düşündü. Daha 14 yaşındaydı. Babası ise kocaman adamdı. Baktı ki olacak gibi değil, kafayı dağıtmak için bir oyun açtı ve ailesi gelene değin de başından kalkmadı.
11.07.2022
Atatürk’ün Partisi
Atatürk heykeli önünde yapılacak olan mitinge binlerce kişi katılmıştı. Pek çok siyasi figürün kürsüye çıktığı miting, tüm muhalif medya tarafından canlı olarak yayınlanmaktaydı. Halkın büyük ilgisi iktidar medyasını da korkutmuş olacak ki onlar da muhabir yollamışlar fakat görüntü almayı pek tercih etmemişlerdi. Kürsüye gelen konuşmacıların tümü benzer şeyler söyleseler de söylenenlerin halktaki karşılığı hep daha fazla coşku oluyordu. Her gelenin ağzından evvela Atatürk çıkıyor, sonra tarihi olaylarla güncel meseleler karşılaştırılıyor ve konuşma biterken söz yine Atatürk’e geliyordu. Kalabalıktaki hemen herkes Atatürk baskılı tişörtler giymişti. Çocukların ellerinde Atatürk baskılı balonlar vardı. Kiminin boynunda, kiminin göğsünde, kiminin kollarında Atatürk dövmeleri vardı. Fakat bunca Atatürk’e rağmen yine de az bulunmuş olacak ki mitingi hazırlayanlar ışıklı bir düzenek yapmış ve Atatürk’ün yüzünü alana yansıtmışlardı. Bu da yetmiyormuş gibi Atatürk’e fiziksel benzerliği ile dikkat çeken bir grup adam, üstün vasıflı birer kişilikmişçesine tezahüratlarla sahneye alınmış ve uzun müddet alkışlanmıştı.
Sahneye tekerlekli sandalye ile çıkarılan biri gazi, üç kişi bizzat Atatürk ile tanışmış ihtiyarlardı. Yaşları 100’ün üzerinde olan bu ihtiyarlar kendilerine uzatılan mikrofonlara bir şeyler söylüyorlar fakat ne dedikleri anlaşılmıyordu. Yine de alanı dolduran kalabalık tarafından bir alkış kıyameti kopuyordu. Sahnedeki herkes ağlıyordu. Fakat siyasiler herkesten daha çok ağlıyorlardı. Sonra birden onuncu yıl marşı başlıyor ve herkesin tüyleri diken-diken oluyordu. Biraz evvel duygusallaşan kalabalık, onuncu yıl marşının yüksek ritmiyle kendine geliyor ve yeniden coşuyordu. Ardından sahneye cırtlak sesli bir çocuk çıkarılıyor ve ona, içinde Atatürk olan şiirler okutuluyordu. Son olarak da çocuğun önderliğinde fakat elbette ki hep bir ağızdan, Gençliğe Hitabe okunuyor ve insanlar biraz soluklansın diye konuşmalara kısa bir ara veriliyordu. Tabi bu sırada sahne boş bırakılmıyor ve ekranda Atatürk’ün en güzel fotoğrafları gösteriliyordu.
Tüm bu etkinliği hazırlayan partinin ileri gelenleri, hallerinden gayet memnundular. Kendi aralarında bu mitingin öneminden bahsediyorlardı. Muhalif kanallar canlı yayınladığı için ülkenin gündemini belirlediklerine emindiler. Oysa gerçek hiç de öyle değildi.
Gençlik kollarından bazıları sürekli sosyal medyayı kontrol ediyordu fakat yandaşların onca paylaşımına rağmen halktan yeterli destek gelmiyordu. Partinin ileri gelenleri, bunun nedenini bildiklerini düşünerek gençlik kolları ile kısa bir toplantı yapma kararı aldılar. Neyi yanlış yaptıklarını öğrenmek istiyorlardı.
Bu işlerden çok iyi anlayan 22 yaşındaki bir öğrenci, onların anlayacağı dilden durumu açıklamaya çalıştı:
‘’Çok fazla Atatürk var.’’
Bunu duyan popüler bir belediye başkanı, diğerlerinden önce davranarak çocuğa tepki gösterdi:
- ‘’Ne demek istiyorsun yani, Atatürk olmasın mı?’’
- ‘’Hayır tabi ki, onu demek istemedim. Söylemek istediğim, bu yaptığınızın doğal olmadığı çok belli.’’
Gencin anlatmaya çalıştığı şey, aslında çok netti fakat sosyal medya dinamiklerini bilmeyen ve 21. asrın gençliğini tanımayanlar için, birtakım gerçekleri kabullenmek bir hayli zor oluyordu. Bunu bilen daha tecrübeli gençlerden biri lafa karışarak, daha da net konuştu:
‘’Samimi değilsiniz ve insanlar bunu biliyorlar.’’
Bu sözler üzerine parti ileri gelenlerinden Canan Hanım, öfkeyle karşı çıktı:
‘’Ne demek samimi değilsiniz. Meydandaki kalabalık, ne kadar samimi olduğumuzu ispatlar niteliktedir. Öyle değil mi arkadaşlar?’’
Onun bu cevabı diğerlerini de ateşlendirmişti ve hepsi birden gence tepki göstermeye başladılar. Sadece aralarından biri, genci biraz daha dinlemek istedi.
Bunun üzerine genç, biraz daha açıklama yaptı:
‘’Dışarıda bir kalabalık olduğu konusunda haklısınız. Peki ama kim onlar? Yüzlerine baktınız mı?’’
Bu sefer gencin ne demek istediğini anlayan olmamıştı. Bu nedenle de kimse cevap vermedi. Genç, sorularına devam etti:
‘’Aralarında kaç tane genç var? Ailesiyle birlikte gelen ve ellerine balon tutuşturulan çocuklar haricinde, onca kalabalığın arasında kaç tane genç var?’’
Bunun üzerine Sezgin Bey diye biri savunmaya geçerek sordu:
- ‘’Ne demek istiyorsun? Açık konuş. Yaptığımız bu etkinlik gençlere hitap etmiyor mu? Onu mu demek istiyorsun?’’
- ‘’Ben sadece gençleri Atatürk posterleriyle, sloganlarla ya da sahnede salya sümük ağlayarak samimiyetinize inandıramazsınız demek istiyorum. Çünkü onların ellerinde internet gibi bir silah var. Gençler bugün burada ağlayıp, iki lafından biri Atatürk olanların gerçekte kim olduklarını çok iyi biliyorlar. Sözde laiklik yanlısı olup da irtica ile kol kola gezenleri; sürekli barış ve demokrasi sloganları atıp da bölücülerle iş birliği yapanları; tam bağımsızlık idealinin ardına yaslanıp da en az iktidar kadar emperyalizm yanlısı olanları çok iyi tanıyorlar. Kısacası gençler, söylediklerinizle yaptıklarınız arasındaki tutarsızlığı fark edecek kadar akıllı ve bunu yüzünüze vuracak kadar da cesurlar.’’
…
O gün ve sonrasında sosyal medyada kayda değer bir gündem yaratılamasa da muhalif televizyon ve gazetelerde, arzu ettikleri şekilde karşılık bulan parti ileri gelenleri memnundular. Genel Başkan da halinden memnundu. Bu iş de aradan çıkmıştı. Artık yeniden kendi gündemlerine dönebilirlerdi.
Bu arada unutmadan söyleyeyim, o çok konuşan gencin partiyle ilişiği derhal kesildi. Böylece Atatürk’ün partisi, muhalefete muhalefet eden bir hizipten daha kurtarılmış oldu.
12.07.2022
Gök Kuşağı
Yapılan araştırmanın sonuçları nihayet gelmişti. Farklı coğrafyalardaki, aynı ülke sınırları içinde yaşamanın dışında kayda değer hiçbir benzerlikleri bulunmayan binlerce insan üzerinde ciddi bir çalışma yapılmış ve 1 senelik sürenin sonunda sonuçlar, son olarak bağımsız bir kurul tarafından da değerlendirilip, gazeteye sunulmuştu. Bilim insanlarının işi burada bitmişti. İşin kalanı gazetecilere aitti. Ülkenin en büyük gazetesi, son yıllarda en çok tartışılan konuyu, bilimsel veriler ışığında haberleştirecek ve son noktayı koyacaktı.
Yalnız büyük bir problem vardı zira saygın ve tarafsız bilim insanlarınca sunulan verilen, okuyanları pek de memnun etmiyordu. Öncelikle işin başındaki duayen gazeteci epeyce yaşlıydı ve bu nedenle de veriler hoşuna gitmemişti. Açıkçası bazı bilim insanları da dahil, bu verileri görenlerin pek çoğu aynı fikirdeydi; bir yanlışlık olmalıydı. Çünkü bu insanların tümü orta yaş ve üzerinde insanlardı. Oysa veriler açıkça gösteriyordu ki ülkenin geleceği genç dimağlara bırakılmalıydı.
Aslında yapılan bu deney tüm dünyayı ilgilendiriyordu ve haberleştirildiğinde muhtemelen yer yerinden oynayacaktı. Zira ülkedeki tüm siyasilerin kaderi bir anda değişebilir ve hatta siyaset felsefesinin kendisi dahi değişebilirdi. Fakat bu gerçek işin başındaki duayen gazeteciden beklenenlerle örtüşmüyordu. Zira ondan beklenen, bilimsel verilerle ortaya konan bu gerçeğin tam aksini kanıtlayan yazılar yazması ve yenilenmek istenen seçim yasası için iktidarın elini rahatlatmasıydı.
…
Araştırmacılar, öncelikle insanları eğitimlerine, maddi durumlarına, kültür ve medeniyet seviyelerine, bilgi birikimlerine, bilime ve sanata olan yaklaşımlarına, teknolojiyle olan ilgilerine, tabularına, inançlarına, ideolojik yaklaşımlarına ve daha birçok başlığa göre gruplara ayırmışlardı. Sonra tüm bu insanları, kendi oluşturdukları ideal insan modelinin olası yaklaşımlarına göre, basit sınavlara tabi tutmuşlardı. Bu sınavların sonucunda insanları duygu, dürtü, sezgi, mantık, saflık ya da çıkar hesabı gibi birtakım başka testlere de tabi tutmuşlar ve beyinlerinin nasıl çalıştığını matematiksel olarak ispat etmişlerdi. Ortaya atılan tez, özünde çok basitti. İnsanın verdiği tüm kararları etkileyen birçok değişken olmakla birlikte, biri, diğerlerine göre fazlasıyla ağır basıyordu. Bu kimi için duygu, kimi için de mantık olabiliyordu. Fakat duygu ya da mantık gibi beynin karar mekanizmasını doğrudan etkileyen güçler, aynı zamanda da kişinin kim olduğuyla doğrudan ilişkiliydi.
Örnek vermek gerekirse; A kişisi tam bir mantık kişisi olsa dahi şayet güçlü bir ideolojinin etkisindeyse ve yaşamının önemli bir bölümünü bu ideolojinin perspektifinde geçirdiyse, her ne kadar genel tutumu mantıkla karar vermek yönünde olsa da ideolojik baskının önemli bir etken olduğu durumlarda, mantığı baskılanabiliyor ve beyni karar alırken diğer etkin güçleri kullanabiliyordu. Yani kişinin kim olduğu, yaşadığı hayat ile öylesine şekilleniyordu ki, kişi, bazı şartlarda kendi yeterlilik sınırlarına rağmen yetersiz davranabiliyordu.
Bu ve benzeri sonuçlar, sistemli bir şekilde binlerce insana uygulanmış ve sonuç ortalamaya vurulduğunda 40 yaşın altındakilerin karar alma mekanizmalarının 40 yaşın üstündekilere göre belirgin bir şekilde daha sağlıklı oldukları görülmüştü. Oysa başından beri bu testin amacı, seçmen kitlesine gençlerin sağlıklı karar veremediklerini bilimsel olarak ispatlamak ve oy kullanma yaşını en az 5 yaş arttırmaktı. Böylelikle anket şirketlerinin doğruladığı, özellikle ilk kez oy kullanacak gençlerin mevcut iktidara oy vermedikleri gerçeği, en azından bu seçimlik saf dışı bırakılmış olacaktı.
Duayen kabul edilen, tecrübeli gazeteci, önündeki bilimsel verilerden memnun olmasa da bu işe çok para yatırıldığını bildiğinden, aceleyle patronuyla konuşmaya gitti. Ona durumu açıklaması bir hayli zor oldu. Zira adam müteahhitti. Ne basın yayın ile ilgisi ne de önündeki verileri yorumlayabilecek bilgisi vardı. Usta gazeteci durumu ona tekrar tekrar anlatmak zorunda kaldı fakat yine de anladığı söylenemezdi.
- ‘’Sen şimdi bırak bu kağıtları da ne olacak onu söyle.’’
Duayen gazeteci, yüzüne anlamsızca bakan patronuna ne söylerse söylesin adamın yine de ondan aynı şeyi bekleyeceğine emindi. Bu nedenle onun anlayacağı tek bir cümle kurarak odadan çıktı:
‘’Ben halledeceğim efendim.’’
Ertesi günden itibaren, ülkenin en büyük gazetesi bir yazı dizisine başladı.
Dizinin başlığı Gök Kuşağı idi. Başlangıçta bu ismi garipseyenler olduysa da içeriği okudukça herkes başlığın niçin böyle atıldığını anlıyordu. Zira Gök Kuşağı olarak kastedilenler gençlerdi. Fakat yalnız bu dönemin gençleri değil, her dönemin gençleriydi. Bilimsel verilerle ulaşılan açık sonuç, duayen gazeteci tarafından öylesine çarpıtılmıştı ki; sonuçta yazı dizisi açıkça, yeterince yaşamamış ve hayat tecrübesi edinmemiş gençleri aklı havada, kararsız ve içinde her türlü duygu ve düşünceyi aynı anda barındıran rengarenk -olumsuz anlamda- bir kuşak olarak tanımlamıştı. Bu dizi başlangıçta merak uyandırsa da bir süre sonra meclisten geçirilmek istenen, seçmen yaşıyla ilgili yasa için bir hazırlık olduğu anlaşılmış ve muhalefet tarafından yerden yere vurulmuştu.
Halbuki bilimsel veriler çarpıtılmasaydı ve sonuçlar olduğu gibi paylaşılsaydı, bu durumdan yalnızca iktidar değil, muhalefet de bir hayli rahatsız olacaktı. Fakat duayen gazetecinin uzun uğraşlar sonucu bilimsel verileri çarpıtması, belki de ülkedeki siyasi tabloyu kökünden değiştirecek ve yepyeni bir yaklaşıma sebep olacak böylesine önemli bir çalışmanın, sadece oy hesabı için uygulanmaya çalışılmış basit bir seçim stratejisi olarak anılmasına ve rafa kaldırılmasına neden olmuştu.
Neticede tüm bu tartışmalar kısa sürede son bulsa da ve yazı dizisi henüz bitirilmeden, insanların gözündeki değeri kaybolsa da sosyal medya üzerindeki yankıları yıllarca devam etmişti. Çünkü duayen yazarın gençliğe alay amaçlı yakıştırdığı isim, gençler tarafından oldukça benimsenmiş ve herkes tarafından saygı duyulan tarihi bir şahsiyetin sözleriyle, yeniden anlamlandırılarak politik bir tavır doğurmuştu. Hiç istemeden böyle bir tavrın doğuşuna sebep olmasına karşın yine de görevinde kalmayı başaran duayen gazeteci ise bir daha ne söylerse söylesin ve ne yazarsa yazsın gençler tarafından ciddiye alınmamıştı. Özellikle internet ortamında yaptığı her paylaşımın altına, mutlaka ama mutlaka, o bir zamanlar yok etmeye çalıştığı gençlerden biri geliyor ve ‘’İstikbal Göklerdedir.’’ yazıyordu.
12.07.2022(Son paragraf 17 Temmuz’da eklendi.)
Deccal’ın Yüzü
Said’in tek bir dileği vardı; Deccal’ı öldürmek. Deccal dediğiyse bir büsttü. Her gün ders başlamadan önce onun karşısına geçiyor ve gözlerini öfkeyle, büstün yüzüne dikiyordu. Nefret ediyordu ondan. Henüz 7 yaşında olmasına karşın, içinde 100 yıllık kin besliyordu. Küçük Said, her sabah o büstün bronz yüzüne bakıp, gün boyu onu düşünüyor ve öfkesini diri tutuyordu.
Babası aslında Said’i okula göndermeyecekti fakat şehre atanan yeni vali, zorunlu eğitimin sıkı bir takipçisi olunca mecbur kaldı. Vali bu konuda öyle hassastı ki, civarda sözü geçen kim varsa ayağına getirtmiş ve onlara kendi suretinde devleti tanıtmıştı. Onun bu ciddiyetini herkes anlamış ve normalde ‘’Aman çocuklarınızı okula göndermeyin, hele ki kızları sokağından bile geçirmeyin’’ diyen birtakım yobazlar, devletle ters düşmeyi göze alamadıklarından, çocuklarını okula bizzat getirir olmuşlardı.
Said’in babası da bu yolun yolcusuydu. Tek bir gün bile okula gitmemişti ve bağlı bulunduğu cemaatin en katı kurallarından biri de buydu. Fakat bu vali dişli çıkmıştı. Genç biriydi. Belki zamanla yöre halkıyla içli dışlı oldukça yola gelirdi fakat bu haliyle uzlaşmak mümkün değildi. Adam iki de bir de laiklik deyip duruyordu. Hemen her konuşmasında irticaya dikkat çekiyor, lafını hiç mi hiç esirgemeden, karşısına kim çıkarsa çıksın, askerle ve polisle yani devletle tehdit ediyordu. İşin garibi, onun bu hali diğerlerine de cesaret veriyordu. Köylerdeki öğretmenler bile artık kapı-kapı gezerek, okullarına öğrenci topluyorlardı. Vali, vali değil de sanki, tövbe haşa buranın Allah’ıydı artık.
Vali’nin bu tavrına en önde alkış tutanlardan biri de Öğretmen Kubilay’dı. Kubilay aynı zamanda Said’in de öğretmeniydi. Fakat Said ondan da nefret ediyordu zira adam Said’i her gün yeni bir günaha sokuyordu. Neymiş efendim, bundan böyle kız erkek karışık oturulacakmış.
Said, eve gelip de çantayı sırtından öfkeyle atar atmaz babasının yanına koştu ve olanları anlattı. Babası birkaç kere öfkeyle tövbe çektikten sonra ‘’Hepsi o allahsız valinin suçu, günahı onun boynuna’’ demekle yetindi. Said, babasından çok daha büyük bir tepki beklediği için şaşırmıştı. Fakat ne kadar üstelese de babasından daha büyük bir karşılık alamadı. Demek ki bu allahsız vali, çok güçlü bir adamdı. Çünkü babası Kubilay öğretmenden çok, o allahsız validen çekinmişti. Böylelikle küçük Said’in nefret listesine bir de allahsız vali eklenmişti. Fakat listenin zirvesindeki isim hâlâ aynıydı; Deccal. Çantasından defterini çıkardı ve o hiç sevmediği Kubilay öğretmeninden öğrendiği kadarıyla yazmaya çalıştı. Kendince bir düşman listesi hazırlıyordu. Bir numaradaki Deccal’a hiç ellemedi fakat iki numaradaki Kubilay öğretmeni sildi ve yerine allahsız valiyi yazdı. Böylelikle Kubilay öğretmen üçüncü sıraya düşmüş oldu.
Said her sabah aynı şekilde, okula girmeden önce bahçedeki bronz büste gidiyor ve birkaç dakika boyunca öfkeyle bakıyordu. Bir gün öğretmen Kubilay, Said’in bu halini gördü. Kendisiyle neredeyse hiç konuşmayan, hatta bakışlarıyla ondan nefret ettiğini açıkça belli eden bu ufaklık, içinde boyundan büyük bir öfke taşıyordu anlaşılan. Bir şeyler yapmalıydı ama ne?
Kubilay öğretmen gün boyu Said’in sabahki halini düşündü. Aşağı yukarı bütün çocuklar böyleydi. Aslında hiçbiri okula gelmek istemiyordu. Öğretmen, onlara kızmıyordu elbette çünkü gerçeği biliyordu. Aileleri bu çocukları kendisine ve temsil ettiği değerlere düşman olarak yetiştiriyordu. Sonra bu çocuklar da büyüyüp kendi çocuklarını aynı şekilde yetiştiriyorlardı. Adeta bir döndüydü bu, karanlık bir döngü. Tabi valinin yoğun çabası sayesinde okul, belki de bu karanlık döngüde bir çıkış yolu açacaktı ve tam da burada Kubilay öğretmene çok iş düşüyordu.
Milli bilinci yüksek, ideal bir cumhuriyet öğretmeni olan Kubilay, bir karar verdi. Bu fırsatı kullanacak ve çocukları içinde bulundukları bu karanlıktan kurtaracaktı. Bunu da elbette kitaplar sayesinde yapacaktı.
Bu arada Said, her sabah aynı şeyi yapmaya devam ediyordu. Fakat bilmediği bir şey vardı; o, nefretle karşısındaki bronz büste bakarken, öğretmeni de ona bakıyor ve ondaki öfkeyi gördükçe daha bir motive oluyordu. Çünkü sonunda galip geleceğini biliyordu Kubilay öğretmen. Sonunda aydınlığın, karanlığı yeneceğini biliyordu.
Zamanla Said okumayı iyice geliştirdi. Hâlâ okuldan ve öğretmeninden nefret ediyordu fakat farkında olmadan da olsa okumayı sevmişti. Kubilay öğretmen bu nefret dolu çocuktaki her gelişmeyi yakından takip ediyor fakat çocuğa bunu asla belli etmiyordu. Bir zaman sonra Said, okulun aslında o kadar da kötü bir yer olmadığını düşünmeye başladı. Çünkü öğreniyordu ve öğrendikçe de mutlu oluyordu. Oysa ne babasının ne de hocasının öğrettikleri Said’e mutluluk vermiyordu. Onları hep bir görev bilinciyle öğreniyor ve hatta bazen sadece ezber ediyordu. Oysa okuldaki bu düşman adam, ona hiçbir şeyi ezberlemek zorunda olmadığını söylüyordu.
Bir sabah, Said yine büstün önündeyken Kubilay öğretmen çocuğun artık o kadar da öfkeli olmadığını fark etti. Demek ki doğru yoldaydı. Yalnız yine de aşılması güç bir eşik vardı. Çocuk, okul dışındaki hayatında birtakım yanlışlara öyle yoğun biçimde maruz kalıyordu ki, Kubilay öğretmen okul sınırları içinde ne yaparsa yapsın, çocuk, eve gittiğinde yine aynı kişi olmak zorunda kalıyordu. Neyse ki Kubilay öğretmen bunun da çaresini bulmuştu.
‘’Hayal gücü’’ dedi öğretmen. Çocuklar bu kelimeyi ilk kez duyuyordu. ‘’Rüya gibi bir şey herhalde.’’ diye mırıldandı Said. ‘’Evet Said’’ demişti öğretmen, ‘’Rüya gibi bir şey fakat tek bir farkla; bu rüyada neler olacağını siz seçiyorsunuz.’’
Tüm çocukların aklı karışmıştı fakat Said’in hoşuna gitmişti bu durum. Çünkü rüya görmeyi çok seviyordu. O nedenle öğretmenle yüz göz olmak istemese de sormak zorunda kaldı:
‘’Nasıl seçeceğiz peki?’’
Öğretmenin cevabı basitti:
‘’Yazarak.’’
Daha yazmayı yeni öğrenmiş çocuklardan, hayallerini yazmalarını istemek çok mu fazla olmuştu? Kubilay öğretmen hiç de öyle düşünmüyordu ve haklı da çıkmıştı. Daha birkaç ay öncesine değin, gözlerinde nefret dışında hiçbir duygu belirmeyen Said, yarım yamalak da olsa hayallerini yazarken bambaşka bir insana dönüşüyordu. Aslında belki de özüne dönüşüyordu. Olması gereken gerçek kimliğine, bir çocuğa.
Bir yılın sonunda Said, sınıfın en çalışkanı olarak onlarca kitap okudu ve her geçen gün bir öncekinden daha iddialı şekilde hayallerini yazdı. Fakat başka değişiklikler de olmuştu Said’de. Mesela artık okula mutlu geliyordu. Sabahları bahçedeki büstün önüne geçip, ona nefretle bakmıyordu. Kız arkadaşlarıyla da iyi geçiniyordu ve artık onlarla yan yana oturmakta bir sakınca görmüyordu. Hatta Said, bir keresinde ağzından kaçırıvermişti bile. Şüphesiz ki babası duysa, öfkeden deliye dönerdi. Fakat Said’in umurunda bile değildi. İstiyordu işte, istiyordu. Bizim küçük ve artık öfkesiz Said, büyüyünce tıpkı Kubilay gibi öğretmen olmak istiyordu.
14.07.2022
Gökçen’in Günlüğü
‘’Ne oldu yavrum, niçin sessizsin bu gece?’’
Annesinin yemek masasındaki bu sualine yanıt veremedi Gökçen. Ağzında gezdirdiği lokmayı güçlükle yutarken, yalnızca bir anlığına babasıyla göz göze geldi ve adeta boğazı düğümlendi. Ağlayacak gibi olduğundan ve bunun sofra başında olmasını hiç istemediğinden, aceleyle kalktı. Hem annesi hem de babası bir şeyler olduğunu anlamıştı. Fakat her zaman olduğu gibi peşinden kalkan yine annesi olmuştu. Aslında Gökçen’in babasıyla da arası iyiydi fakat o yaştaki genç kızların babalarına anlatamayacakları çok şey oluyordu. Bu nedenle de Kemal Bey, kızının hassas olduğu pek çok konuda biraz geri planda kalmayı tercih ediyordu.
Aceleyle sofradan kalkan Gökçen, odasına girer girmez kapıyı kapatmıştı ve kimseyle konuşmak istemiyordu. Yatağına uzanıp, tüm o kötü düşüncelerin aklından uçup gitmesini umarak erkenden uyumak istiyordu sadece. Fakat annesi o daha yatağına ulaşmadan kapısını çaldı.
Gökçen, annesine hayır diyebilen bir kız değildi. Çünkü onunla her şeyi konuşabilir ve asla yargılanmayacağını bilirdi. Fakat bu konu biraz farklıydı. O nedenle bu konuyu onunla bile konuşmak istemiyordu. Yine de annesi Gülümser Hanım ısrarla kapıyı çalmaya devam edince, çaresiz kalarak onu içeri aldı ve ana kız yatağa uzanıp, iki arkadaş gibi konuşmaya başladılar.
‘’Baban, bulaşıkları ona yıktığımızı düşünmeye başlamadan önce, hadi gir bakalım konuya güzel kızım. Neyin var? Hem bugüne has bir şey değil bu, biliyorum. Nasıl olsa kendin gelip anlatırsın diye üstelemedim fakat son zamanlarda bir huzursuzluk var üzerinde. Haksız mıyım?’’
Gülümser Hanım söylediklerinde haklıydı elbette ve annesinin onu ne kadar da iyi tanıdığını bilen Gökçen için, hiç de sürpriz olmamıştı bu sözler. Fakat yine de ne onu ne de babasını üzmek istemiyordu küçük kız. O nedenle doğrudan konuya girmek yerine, dolambaçlı bir yol seçti:
‘’Farklı davrandığımı biliyorum ama huzursuzum diyemem. Sadece elimde olmayan hatta kimsenin elinde olmayan birtakım sebeplerle, üzerimde rahatsız edici bir baskı hissediyorum.’’
Gülümser Hanım, sorunun ne olduğunu anlayamamıştı fakat konuşmaya devam ettikçe kızının açılacağını biliyordu. O nedenle küçük bir soruyla devam etti:
‘’Peki daha rahat anlayabilmem için, bana bu baskıyı tarif edebilir misin güzel kızım?’’
Edemezdi. Çünkü tarif ederse, olay tümüyle ortaya çıkardı ve Gökçen bunun olmasını hiç istemiyordu. Keşke derdini olduğu gibi anlatabilseydi ve birlikte bir çözüm bulsalardı fakat bu imkansızdı. Çünkü bu dert ona ait değildi. O sadece kocaman bir sorun yumağının, etkisinde kalan ve bu etkiyi her geçen gün daha da çok hissetmeye başlayan, milyonlarcasından biriydi. Bu nedenle susmayı tercih etti.
‘’Tasalanma güzel kızım, bazı şeyleri annesiyle bile konuşamaz insan. Ben de senin yaşlarındayken böyleydim.’’ deyince Gülümser Hanım, kız istemeden ağzından kaçırdı:
‘’Aynı şey değil anne.’’
Gökçen, bunu söylerken sesi her zaman olduğundan biraz daha yüksek çıkmıştı ve bu da haliyle annesini bir parça endişelendirmişti. Gülümser Hanım, bu sefer işinin zor olduğunu kabullenmiş ve kızının konuşmaya hazır olmadığının da farkına varmıştı. Üzerine giderse, kızının daha büyük ve hoş olmayan tepkiler vereceğini sezerek uzatmadı bu yüzden. Yavaşça yataktan kalktı ve kızının huzursuz yüzüne, sevgiyle bakarak ‘’İyi uykular güzel kızım.’’ dedi.
‘’İyi uykular anne.’’
…
Kemal Bey masayı toplamıştı ve bulaşıkları yıkamaktaydı. Gülümser Hanım yanına gelince yaptığı işi bıraktı ve ona bakarak sordu:
‘’Konuştu mu?’’
‘’Hayır.’’
‘’Ne yapacağız peki?’’
‘’Bekleyeceğiz.’’
‘’Emin misin?’’
‘’Üzerine gitmek faydadan çok zarar getirebilir. Bekleyeceğiz.’’
‘’Peki. Sen nasıl diyorsan öyle yapalım. Ama yine de gözünü üzerinden ayırma.’’
Kemal Bey, eşi Gülümser Hanım’a çocuk yetiştirme konusunda güveniyordu. Her ne kadar birçok kararı birlikte alsalar da Gülümser Hanım bir adım daha öndeydi. Bu konuda da ağırlığını koymuş ve kaygılı babayı sakinleştirmeyi başarmıştı. Fakat hem kızına hem de eşine belli etmese de o da en az onlar kadar huzursuz olmuştu.
…
Ertesi günden itibaren Gökçen ailesinin ondaki değişimi fark etmemesi için daha dikkatli davranmaya başladı. O geceden sonra, bir daha o tür bir konuşma yapılmasa da aslında herkes gerçeğin farkındaydı. Kemal Bey, durumu eşinin kontrolüne bıraktığı için görünürde duruma müdahale etmiyordu fakat her gece yatağa girdiklerinde bu konu üzerine mutlaka konuşuyorlardı. Gülümser Hanım ise o geceden sonra kızını yakın takibe almıştı ve bu işte de oldukça iyiydi. Hatta kızıyla arasında olan bir takım ahlaki anlaşmaları biraz esnetmiş ve odasını da kurcalamıştı. Her ne kadar bunun yanlış olduğunu düşünse de bu durumda gerekli görüyordu.
Gökçen’in günlüğünden bir sayfa:
- Bugün yine oradaydılar. Eskiden ne güzel rahat rahat geçerdim o sokaktan. Şimdiyse her seferinde tedirgin oluyorum. Aslında bir şey yaptıkları da yok, hatta bazen benim farkımda bile olmadıklarını görüyorum ama yine de orada öylece duruyor olsalar bile, onlardan korkuyorum. Umarım en yakın zamanda giderler.
Gülümser Hanım, başlangıçta sorunun ne olduğunu anlayamasa da ilerleyen sayfalarda problem çok daha açık bir şekilde ifade ediliyordu. Bu sayfalara yazdıklarının gizliliğinden şüphe duymayan Gökçen, her şeyi olduğu gibi anlatmıştı.
Gökçen’in günlüğünden bir başka sayfa:
- Gitmiyorlar. Gitmedikleri gibi her geçen gün daha da kalabalıklaşıyorlar. Bakkal amca bile ‘Gitmez kızım bunlar.’ dedi. İyi ama niçin geliyorlar? Artık okulda da varlar. Sokakta oldukları yetmiyor, şimdi okulda da varlar. Öğretmenlerimiz onlara karşı nazik olmamızı söylüyorlar. Müdür de her fırsatta bunu söylüyor. Televizyonlarda, internette, her yerde böyle söylüyorlar. İyi ama niçin sürekli geliyorlar? Biri de bunu söylese ya!
Gökçen’in günlüğünden bir başka sayfa:
- Bugün onlardan biriyle konuştum. Daha doğrusu öğretmenimiz konuşturdu. Aslında kötü bir çocuğa benzemiyordu ama niye Türkçe değil de Arapça konuşmaya zorlandık bir türlü anlayamadım. Yani eğer onlar da artık burada bizimle yaşayacaklarsa, en azından onların bizim dilimizi öğrenmeleri gerekmez miydi?
Gökçen’in günlüğünden bir başka sayfa:
- Bugün bana ırkçı dediler. Sebebi de onları burada istemediğimi söylememdi. Ben de bakkal amcaya anlattım bu olayı. O da önce güldü ama sonra durup düşündü ve ‘’Bu iş hiç de iyiye gitmiyor be kızım.’’ dedi bana.
Gökçen’in günlüğünden bir başka sayfa:
- Anneme söylemek istiyorum ama söyleyemem. Çünkü bu, onların çözebileceği bir sorun değil. Üstelik babam, internette gördüğü haberlere çok kızıyor ve benim başıma da aynısı gelir diye çok korkuyor. Geçen gün okuduğu bir haber üzerine ‘’Şükür ki, bizim buralarda olmuyor öyle şeyler.’’ dedi. Ona bunu yapamam. Tehlikenin çok yakın olduğunu söyleyemem…
Gülümser Hanım bu son cümleyi okurken, telaşla durdu. İçinde bir yerde öyle güçlü bir korku alevlenmişti ki daha fazla devam edemedi. Fakat akşam eşine de okutabilmek için günlüğün tümünün fotokopisini çekti. Sonra da gün boyu kızının yazdıklarını düşündü. Akşam olunca Kemal Bey’e her şeyi anlattı ve günlüğü birlikte yeniden okudular, bu sefer tamamını. İkisi de hem çok şaşırmış hem de korkmuşlardı. Çünkü Gökçen gizliliğine güvenerek ve belki de dertleşecek başka kimsesi olmadığından, her şeyi yazmıştı bu günlüğe. İkili, bu durumdan hoşnut olmasalar da gerçeği kabullendiler; kızları haklıydı. Bu, onların çözebileceği bir sorun değildi.
Gülümser Hanım çok istemesine rağmen bu konuyu kızı ile hiçbir zaman konuşamadı. Fakat yine de onun tehlikenin çok yakında olduğu yorumunun önemini anlamıştı. Bu nedenle Kemal Bey ile oturup ciddi ciddi konuştular ve bir karar verdiler. Aslında bunu yapmayı hiç istemiyorlardı fakat kızlarının geleceği için yapmalıydılar.
…
Bir gün Gökçen eve geldiğinde onu bir sürpriz bekliyordu. Uzun süredir yurt dışında yaşayan çok sevdiği teyzesi, onları ziyarete gelmişti. Gökçen onu gördüğüne çok mutlu olmuştu fakat şaşırmıştı da elbette. Özellikle de yılın bu zamanında gelmesi ve yalnız olması oldukça tuhaftı.
Yemek sırasında laf dönüp dolaşıp yurt dışından açıldı. Burada amaç Gökçen’in bu konuya sıcak bakıp bakmadığını anlamaktı.
‘’Liseyi, Almanya’da okumaya ne dersin tatlı kız?’’ diye sordu teyzesi bir anda. Gökçen şaşkınlıkla suyundan bir yudum içti. Fakat teyzesi ona cevap vermek için fırsat bırakmadan konuşmaya devam etti:
‘’Ülkü ve Afet ile birlikte okuyabilirsin. Bunu sen de istemez misin canım?’’
Gökçen, bunu sahiden de isterdi. İsterdi istemesine fakat ya ailesi? Onlar da gelecekler miydi? Teyzesi lafa öyle bir girmişti ki sanki yalnızca ondan bahsediyordu. Hem annesi ve babası niye öyle donuklaşmışlardı bir anda ve niye bu çok önemli teklif konusunda hiçbir şey söylemiyorlardı?
Gökçen, annesine neler olduğunu merak edercesine baktığında, kadının ağlamamak için kendini zor tuttuğunu fark etti. Kafasını çevirip babasına baktığında, onun da benzer bir durumda olduğunu gördü küçük kız ve güçlükle yutkunarak sordu:
‘’Gitmemi mi istiyorsunuz?’’
Bu soru karşısında hem Kemal Bey hem de Gülümser Hanım sessiz kalmışlardı. İkisi de konuşacak halde değillerdi ve şayet konuşacak olsalar, duygusal davranarak planı bozacaklarına emindiler. O nedenle, onların yerine teyze cevap verdi:
‘’O nasıl söz öyle Gökçen, hiç olur mu öyle şey? Sadece bu fikre sıcak bakıp bakmadığını öğrenmek istedik.’’
Teyzesi her ne kadar ortamı yumuşatmak istemişse de bunda başarılı olamamıştı. Gökçen müsaade isteyerek masadan kalktı ve odasına gitti.
Ortam bir anda buz kesmişti. Küçük kız odasına gidene değin kimse konuşmadı. O gidince de duymasın diye fısıldaşmaya başladılar. Aslında ne Kemal Bey ne de Gülümser Hanım kızlarından ayrılmak istemiyorlardı. Fakat ülkenin hâli de ortadaydı. Hem belki ileride biz de gideriz diye düşünerek kendilerini avutuyorlardı. Şimdilik önemli olan Gökçen’di. Kızları öyle şeyler yaşamış ve bunları kâğıda dökmüştü ki, vicdanlı ve aklı başında her anne baba böyle bir kararı zor da olsa alırdı. Onlar da üzerlerine düşeni yapmalı ve kızlarını korumalıydılar.
15.07.2022
F Gazetesi
‘’F Gazetesi çalışma arkadaşlarını arıyor. Siz de az çalışıp çok kazanmak ister misiniz? İhtiyacınız olan tek şey, biraz yetenek, gerisini biz hallederiz.’’
‘’F Gazetesi geleceğin yazarlarını arıyor. Kaleminiz güçlü müdür? O halde neden olmasın?’’
‘’F Gazetesi bir ihtiyaçtan doğuyor. Unutmayın ki Dünya’nın F Gazetesi’ne, F Gazetesi’nin de size ihtiyacı var’’
6 aydır işsiz olan Nihat, bu ilanları görünce çocuklar gibi sevindi. Gazetenin biri, birazcık yazma yeteneği dışında hiçbir vasıf aramaksızın eleman arıyordu. Hemen telefona sarıldı ve bir ön kayıt oluşturdu. Karşıdaki ses, yarın sabah onunla görüşmek istediklerini söyledi. Nihat, heyecandan işle ilgili hiçbir detay sormayı akıl edemedi. Gerçi yazar yazıyordu ama başka bir iş de çıksa olurdu. İşsizlik Nihat’ı öylesine perişan etmişti ki gerekirse o gazetede çay da dağıtırım, yerleri de paspaslarım diye düşünerek sevince boğuldu.
Hemen berbere gitti ve güzelce tıraş oldu. Tabi parası yoktu ama iyi kötü bir ismi vardı Nihat’ın. Herkes tarafından sevilir, sözüne güvenilirdi. Sonra hesaplaşırız dedi mi, inanılırdı. Oradan çıkınca bir de terziye uğradı. Bir zaman yanında da çalışmıştı yaşlı terzinin. Yarın sabah için iki saatliğine bir takım rica etti. İş meselesini duyunca terzi de sevinmişti. Zaten başka bir şeye de gerek yoktu. Görüşme yeri yakındı. Biraz erken çıkar, yürüye yürüye giderim diye düşündü. Hava da güzeldi Nihat’ın şansına. Gökyüzüne baktı, kendince Allah ile konuştu ama fazla da uzatmadı. ‘’Şükür beni duydun.’’ demekle yetindi.
Ertesi sabah erkenden uyanan Nihat birkaç zeytin, biraz peynir ve yarım da ekmek yedi. Terziden ödünç aldığı takımı giydi ve yola koyuldu. Koyuldu koyulmasına fakat o dakika fark etti ki ayakkabıları pek kötüydü. Geçerken kahveye uğramaya karar verdi. Saat epeyce erken olduğundan kimsecikler yoktu. Ocağa yönelip selam verdi ve derdini anlattı. Kahveci dayı da severdi Nihat’ı. ‘’Al bunları giy.’’ dedi ve kendi ayağındaki ayakkabıları verdi. Eski usul sivri burunlu, yumurta topuklu ayakkabılardandı. Yeni sayılırlardı ya da eskiydi de kahveci dayı mı güzel kullanmıştı emin olamadı Nihat. ‘’Çok yaşa be Dayı’’ diyerek giydi ayakkabıları. Giyer giymez de tekrar çıktı yola.
Hava sıcak olduğundan bir hayli terledi Nihat. Ayakkabılar da tam olmamıştı ayağına, vuruyordu. O yüzden topuklarına basarak giyiyordu. Ama dert etmedi bunları ve sadece işe odaklandı. Acaba ne desem ne konuşsam diye düşündü yol boyu. Aslında iyi bir yazardı Nihat fakat pek eyvallahı olmadığından çabucak kovulurdu her girdiği işten. Baskıya gelemezdi. Hele ki sansüre, adam kayırmaya falan hiç gelemezdi. Nihat’a bir yanlışa göz yum demek, al bu yanlışı tüm dünyaya duyur demekti anlayacağınız. Muhalifti yani Nihat ama biraz fazla muhalifti. Dünya’da bir doğru kendisi kalsa, ‘’yahu ben niye böyle yalnız kaldım?’’ diye sormaz, ‘’Ne güzel ettim de yalnız kaldım.’’ der övünürdü yaptıklarıyla. Tabi bu durum yazarlıkta pek işine yaramamıştı Nihat’ın. Çünkü politik atmosfer ille de bir tarafa daha yakın olmayı zorunlu kılıyordu. Fakat Nihat bu işlere gelemiyordu. Zaten istemezdi ya, istese bile beceremiyordu Nihat öyle şeyler yapmayı. ‘’Aman neyse ne.’’ dedi içinden ve tüm bunları düşünmeyi bıraktı. Bir de baktı ki zaten gelmişti gazeteye. Hiç bu kadar büyük bir gazete binası görmemişti. İşte o an içine bir kurt düştü Nihat’ın. Bu işleri az çok biliyordu. Yine de kimsenin günahını almak istemediği için söylenmeden girdi içeriye.
İçeriye girer girmez bir kalabalıkla karşılaştı Nihat. Memlekette ne kadar yazar varsa oraya toplanmıştı sanki. ‘’Ulan memlekette bu kadar okuyan yoktur be.’’ diye geçirdi içinden. Sonra tanıdık birkaç kişi gördü. Hepsi de sevmediği adamlardı.
‘’Ooo Nihat, sen de mi buradasın? Gel tabi kardeşim, sen de gel. Arkadaşlar size genç dostum Nihat’ı tanıştırayım. Kendisi ülkemizin en eyvallahsız yazarlarındandır.’’
Nihat hiç sevmediği bu adamın kendisini diğerlerine eyvallahsız yazar olarak tanıtmasına karşılık içinden, ‘’Ben eyvallahsızım sense allahsız.’’ diye geçirdi. Fakat dışından bir şey demedi. Hafifçe gülümsedi. Başka tanıdıkları da vardı. Birçoğuyla birlikte kısa süreler çalışmıştı. Zaten Nihat hiçbir yerde uzun süre çalışamıyordu. Fakat bunların hepsi mi işsiz diye düşündü Nihat. Oysa bazılarının durumları iyi, yerleri sağlam diye biliyordu.
Diğerlerine göre nispeten sevdiği bir gencin yanına giderek selam verdi. Genç onu gördüğüne sevinmişti ama daha çok da şaşırdı:
‘’Senin ne işin var burada abi?’’ diye sordu.
‘’Niye ulan, buradaki herkes yazar da bir ben mi değilim?’’ diye tatlı bir öfkeyle cevap verdi.
‘’Yok abi ondan değil de sen böyle işleri sevmezsin diye dedim.’’
Bu laf üzerine kafası karışan Nihat, tam gence ne demek istediğini soracaktı ki büyükçe bir kapı açıldı ve herkes içeriye buyur edildi. Bunun üzerine konuşma yarıda kesildi ve ikisi birden içeri girdiler.
Kocaman bir salondu burası. Demin dışarıda gördüğü herkes şimdi bu salondaydı. İçinden gülümsedi Nihat. Memlekette bu kadar çok yazar olduğunu bilmiyordum diye düşündü. Demek ki yazan çok ama aralarında gazeteci olan yok, o yüzden bu tantana.
‘’Saygıdeğer konuklar, F Gazetesi’nin toplu mülakatına hoş geldiniz.’’ dedi bir anda sahnede beliren genç bir oğlan. Bizim Nihat ise toplu mülakatın nasıl bir şey olacağını merak etmeye başladı. Biraz sonra sahnedeki oğlan elindeki kumanda ile ekranı işaret etti ve konuşmaya başladı:
‘’Tüm bu gördüklerinize sahip olabilirsiniz. Hem de 1 sene içinde. Yapmanız gereken ise çok basit; yazmak.’’
Genç adam bunu söylerken sahnedeki ekranda evler, arabalar, yatlar, tatiller beliriyordu.
‘’Sadece yazarak mı sahip olacağız bunlara?’’ diye sordu yaşlı bir gazeteci. Nihat bu adamı tanıyordu. Dürüst biriydi ve o da Nihat gibi çulsuzdu.
‘’Tabi bazı şartlarımız olacak.’’ diye cevap verdi sahnedeki genç.
Bunu duyan yaşlı gazeteci yerinden kalktı ve söylene söylene dışarı çıktı. Bunun üzerine kalabalık homurdanmaya başladı ama çok sürmedi. Çünkü sahnedeki ekranda daha büyük zenginlikler görülmeye başlandı. Adeta yağmur gibi para yağdıran bir işti bu.
‘’Şartlarımıza gelirsek. Öyle büyütülecek şeyler değiller elbet. Hatta şart bile sayılmazlar. Ben şahsen bunlara şart demezdim. Çünkü bunlar olsa olsa beklentidirler. Tüm bu muazzam zenginliğe karşılık, F Gazetesi için ödediğiniz küçücük bir bedel.’’
Nihat artık iyice kıllanmıştı. Daha fazla dinlemeye gerek görmedi ve sıvışır gibi, sessizce çıktı salondan. Aslında işin nereye gideceğini de merak ediyordu ama nasıl olsa çıkar kokusu diyerek aceleci davranmadı. Dışarı çıkınca, az önce sinirle salonu terk eden yaşlı gazeteciyi gördü ve yanına gidip selam verdi.
Adam, Nihat’ı görünce sevinmişti ama hâlâ sinirli olduğu her halinden belliydi. Nihat dayanamayarak sordu:
‘’Ağabey, sorması ayıp ama sen çıkarken ne diye söyleniyordun öyle?’’
Adam Nihat’a ters ters baktı ve sinirle konuştu:
‘’Ben 45 yıldır gazeteciyim bu ülkede Nihat. Sadece yazarak o şeylere sahip olunsaydı, herhalde o salondaki herkesten önce ben olurdum. Olamadıysak vardır bir nedeni.’’
‘’Hakkın var ağabey. Yalnız anlamadığım bir şey var. Bu ‘F’ nedir ağabey, sen biliyor musun?’’ diye sordu Nihat biraz da muzipçe.
Bunun üzerine yaşlı gazeteci bir kahkaha attı. Aklına eski bir filmden çok komik bir sahne gelmişti. Sonra ikisi birden gülmeye ve yürümeye başladılar. Bir yandan da gizemli ‘F’ için tahminlerde bulunuyorlardı.
Yaklaşık 1 ay sonra F Gazetesi büyük bir açılış yaparak yayın hayatına başladı. Tanınmış pek çok yazarla birlikte pek çok da yeni yetenek yazar kadrosuna dahil edilmişti. Kısa sürede internet üzerinden yapılan büyük reklam çalışmasıyla satışları herkesi geçti ve bir numaraya oturdu. Hemen herkesin merak ettiği en önemli şey ise ‘F’ harfinin gizemiydi. Herkes bir şeyler yakıştırsa da gizemi anonim bir sosyal medya hesabı çözmüştü. Hesap, patronlarının tümü yabancı olan ve satışa çıktığı ülkenin lehine tek bir haber yapmayan bu yeni gazeteye, ismindeki gizemli ‘F’ harfine gönderme yaparak ‘Fon Gazetesi’ ismini takmıştı.
15.07.2022
Ümit’in Yolu
Arkadaşları, Ümit hakkında konuşurlarken her biri ondaki bir başka değişime değiniyordu. Bir zamanlar onlarla çok daha fazla vakit geçiren bu yakın dostları artık bambaşka biri olmuştu. Genç adam adeta gülmeyi, eğlenmeyi, herhangi bir şeyi öylesine yapmayı unutmuştu. Önceden keyif aldığı ne varsa kalbinden söküp atmış ve neşesiz, ruhsuz, robotik bir hâl almıştı.
Ümit’in bu yeni hâli elbette arkadaşlarını üzüyordu fakat aynı hâlin Ümit’e olan etkisi hiç de olumsuz değildi. Arkadaşları haklıydılar haklı olmasına fakat anlayamadıkları şey şuydu ki; Ümit’teki değişim bir seçimdi. Çünkü Ümit, içinde yaşadığı hayatın yalnızca bugünkü getirileri üzerine değil, gelecekte getirecekleri üzerine de kafa yormuştu ve tüm bu kafa yormaları sonucunda da kim olması gerektiği konusunda bir seçim yapması gerekmişti. Elbette bu seçimi yapmayabilirdi. Hatta tüm bunları düşünmeyebilir, umursamayabilirdi. Açıkça gördüğü pek çok şeyi görmezden gelebilir, kendini olabildiğince, kaçınılmaz olduğunu düşündüğü felaketin dışında tutmaya çalışabilirdi. Yahut da tüm bu durumu kabullenip, anın keyfini çıkarmak hesabıyla yaşamaya devam edebilir ve haksız çıkmayı umabilirdi. Fakat Ümit, öyle yapmamayı tercih etti. Hepsi sevdiği arkadaşlarıydı ve onlarla çatışmak, hele ki onları hayatından çıkarmak istemiyordu. Fakat onların da bunun bir tercih olduğunu anlamaları ve seçimini onaylamıyorlarsa da saygı duymaları gerekiyordu.
A: ‘’Geçen gün evine gittim. Abi adam kafayı yemiş resmen. Her tarafta kitaplar vardı. Yazıcı hiç durmadan bir şeyler basıyordu. Köşe yazıları, akademik makaleler, raporlar vesaire. Dedim ne yapıyorsun birader, hayırdır? Çalışıyorum dedi bana. Yahu senin işin bu mu birader? Nedir bu raporlar, makaleler falan? Üstelik de öyle belirli bir konuda da değil be kardeşim. Adam sanki memleketin her sorununu kendine dert edinmiş. Tarikatlar, cemaatler, eğitim sistemi, siyaset felsefesi, meclis tutanakları, sığınmacı krizi, uluslararası hukuk, sosyal medya, küresel ısınma, dış ilişkiler, Kıbrıs sorunu, terör örgütleri, mavi vatan, planlı kalkınma, faili meçhuller, derin devlet ve daha bir sürü şey. Yahu ben etrafa göz atarken yoruldum be birader.’’
B: ‘’İyi de kardeş, çalışmıyor mu bu adam? Hem işe gidip de hem tüm bunlarla nasıl ilgileniyormuş?’’
A: ‘’Birader işte mesele orada zaten. Sosyal hayatı sıfıra indirmiş adam. Kafasında bir plan oluşturmuş ve o plan doğrultusunda işten kalan tüm vaktini bunlara ayırıyor. Bir şey sorunca, eleştirince falan da hemen benim yolum bu deyip geçiştiriyor.’’
C: ‘’Nasıl geçiştiriyor abi? Açıklamıyor mu uzun uzun? Sonuçta bir seçim yapmışsa ve bundan sonra böyle diyorsa, bunun altını da doldurması gerekmez mi?’’
A: ‘’Birader haklısın da adam konuşmaya bir başlıyor, bin tane şeyden bahsediyor. Öyle iki cümleyle falan kalmıyor hiçbir cevap. Mesela ben diyorum ki, birader sen mi kurtaracaksın dünyayı, bırak, dalgana bak. Cevaben adam bana iki saat felsefe yapıyor. Neymiş efendim bu aslında bir seçim bile değilmiş, bu doğal bir gereklilikmiş fakat bu gerekliliği yerine getirebilecek potansiyelde insan sayısı azmış. Ne azı birader, bir tek sen varsın işte dedim ben de. Yok, o iş öyle değil dedi bana. Aslında benim gibi pek çok insan var fakat hem teoride sorunları anlayıp hem de pratikte çözüme ulaştırmak için çok uzun zaman lazım dedi. Kısacası birader, ne söylersem söyleyeyim adam kararını vermiş. Ayrıca da ben böyle iyiyim, sizden beni anlamanızı ya da desteklemenizi de istemiyorum, kararıma saygı duyun yeter diyor.’’
B: ‘’Öyle diyor da kardeş, biz şimdi ne yapalım yani, silelim mi arkadaşımızı? Hiç arayıp sormayalım mı, merak etmeyelim mi?’’
A: ‘’Edin ama beni de fazla rahatsız etmeyin diyor bir bakıma.’’
B: ‘’Öyle olsun kardeş. Canı sağ olsun Ümit kardeşimin. Gelir, yeniden soframıza oturursa başımızın üstünde yeri var.’’
A: ‘’Aynen birader.’’
…
Arkadaşları her ne kadar Ümit’in bu değişimini bir tür delilik hâli olarak görseler de aslında Ümit’in tüm bu anlamsız gündelik ve sığ meselelerden uzak, memleket için sahiden faydalı işler yapmaya çalıştığını düşünenler de vardı. Bunlardan biri de Hakan’dı. Hakan, aslında Ümit’i çok da fazla tanımıyordu. Fakat anlatılanlar doğrultusunda kafasında çok okuyan, bilgili, boş işlere zaman ayırmak yerine kendini geliştirmeye odaklanmış idealist biri canlanıyordu. Bu nedenle de sosyal medya üzerinden Ümit ile konuşmaya başladı. Ümit her ne kadar fiziksel olarak sosyal hayattan koptuysa da sosyal medyanın içinde varlığını yoğun şekilde sürdürüyordu. Hakan, diğerlerine göre onu daha az tanıyordu ve ondaki değişime de fazlaca hâkim değildi. Ümit bunu bildiği için, Hakan ile konuşurken arkadaş ilişkisinden çok öğretmen öğrenci ilişkisiyle konuşuyordu. Arlarında bir tür resmiyet oluşmuştu ve bu da saygıyı arttırıyordu.
Zamanla bu ikili çok iyi anlaşmaya başladılar ve Hakan gördü ki aslında Ümit hiç de öyle hayattan el etek çekmiş değildi. Hatta tam aksine yaşamak ve yaşatmak istiyordu. Fakat diğerlerinin aksine Ümit, çok okuyan biri olduğu için hem kendisi hem de içinde yaşadığı toplumu ilgilendiren birçok tehdit görüyor ve bunlara kayıtsız kalmanın, kötülüğe ortaklık etmek olduğunu düşünüyordu. Ona göre hayattan keyif almak için, en azından var olduğunu ve can yaktığını bildiği devasa bir kötülüğe karşın mücadele etmek ve ona kendi payına düşen hasarı vermek gerekiyordu. Ona göre bu yapılmadığı takdirde, kişi belki kendi hayatını sorunsuz yaşayabilir ve keyifle yaşlanabilirdi fakat şayet yeterince dürüst bir insansa asla huzurlu hissedemezdi. Zira gördüğü pek çok şeyi görmezden gelmek zorunda kalacağı ve umursamadan yaşayacağı bir hayat, ona anlık saadetler verse de sonunda dürüst bir insan olması sebebiyle, kafasının içinde oluşan idealist kişilik pişman olacak ve onu huzursuz edecekti. Ümit’e göre yeterince akıllı, yeterince bilgili ve yeterince iyi bir insanın bu pişmanlığı yaşamamasının tek yolu, gücü ve etkisi ne olursa olsun kötülük ile zamanında mücadele etmekti.
Gel zaman git zaman Hakan, Ümit’i daha da iyi anlamaya başlamıştı. Tabi bunun nedeni sadece ondan öğrendikleri değildi. Onun gösterdiği yolda adım atmaya başladıktan sonra, kendi açtığı kapıların her birinde bir başka kaçınılmaz gerçekle karşılaşıyor ve Ümit’in sürekli bahsettiği o seçim hâliyle yüzleşmek durumunda kalıyordu. Başlangıçta her ne kadar seçimleri kendi refahına uygun yahut da ânı kurtaracak şekillerde olsa da zamanla bilgi birikimi artıyor, herhangi bir olayı çok daha kapsamlı düşünebiliyor ve daha önce olsa belki de farkına bile varmayacağı detayları görerek, kararlarını ona göre veriyordu. Yani artık Hakan da tıpkı Ümit gibi, görünürde doğrudan kendisini ilgilendirmeyen ancak içinde bulunduğu toplumun parçası olduğu bilinciyle, mücadele etmesi gereken her kötülüğe karşı, eline geçen o seçim şansını kullanıyor ve en azından sessiz kalmamış olarak kısmi bir huzura eriyordu.
Ümit’ten sonra, Hakan’ın da aralarından ayrılması grupta yeni bir gerginliğe neden olmuştu. Zira Hakan, Ümit’i doğru düzgün tanımıyordu bile fakat ne hikmetse burada ondan bahsedildikçe merak etmiş ve bir anda ilgilenmeye başlamıştı.
‘’Tarikat mı kurda lan bunlar?’’
‘’Ne tarikatı abi saçmalama. Adam merak etmiş ve internetten konuşmaya başlamışlar. Kitaplar falan da ilgisini çekince arkadaşlıkları pekişmiş işte. Bu kadar büyütecek bir şey yok. Herkesin kendi hayatı sonuçta.’’
Bu gibi tartışmalar artık her toplanmalarında yaşanıyordu. Gruba yeni gelen arkadaşlar da hiç görmedikleri Ümit ve Hakan hakkında bilgi sahibi oluyor ve merak ediyorlardı. Nasıl etmesinler ki? Zira kimse özellikle Ümit’in bilgisini inkâr edemiyordu. Hiç anlaşamadıkları bir konu bile söz konusu olsa, kimse tutup da Ümit’e cahil diyemezdi. Çünkü herkes bilirdi ki Ümit, şayet bir şeyi savunuyorsa, bu en absürt şey bile olsa, gidip onun hakkında da bir sürü kitap okurdu. Sadece bu kadarını bilmek bile, onu hiç tanımayanlarda saygın bir imaj çiziyor ve merak uyandırıyordu.
Gruba yeni katılan Oğuz, sürekli adı geçen Ümit ve Hakan’ı öyle merak etmişti ki ister istemez sosyal medyadan bir göz atmaya karar verdi. Oğuz öyle kitap falan okumazdı fakat meraklı bir gençti. Anlatılanı dinlemeyi severdi. Bir süre bu ikisini takip etti ve paylaşımlarını inceledi. Hiç de diğer insanlara benzemiyorlardı. O kadar çok şey hakkında okuyup, yazıyorlardı ki, tüm bunların beyinlerine nasıl sığdığını bile anlayamaz olmuştu bu yeni genç. Sonra bir gün cesaretini toplayıp Hakan’a yazdı. O daha kolay bir hedef gibi gelmişti gözüne. Zira Ümit’in yazdıklarının birçoğunu anlamakta bile güçlük çekiyordu. Hakan ise daha mütevazi, daha samimiydi sanki. Zaten bir süre sonra Ümit ile de tanıştılar ve hiç yüz yüze gelmeden aylarca bu şekilde sohbet ettiler. Hatta Oğuz ufaktan kitap okumaya da başladı ve okudukça, daha çok bilmenin içinde yarattığı hoşluğu öylesine sevdi ki, önceden niçin okumadığını anlayamaz, açıklayamaz oldu. Zamanla o da Ümit ve Hakan gibi kendi kapılarını açtı ve seçimlerini yaptı. Neticede diğerlerinin onun için yaptıkları tek şey, böyle de bir yolun olduğunu göstermek olmuştu. Evet, böyle de bir yol vardı. Ümit’in yolu, Hakan’ın yolu ya da Oğuz’un yolu. Kişinin önemi yoktu, önemli olan yoldu.
16.07.2022
Dingo Adası
Büyük Okyanus’un ortasında, Dingo adası diye küçücük bir yer var. Girintisiyle ve çıkıntısıyla kıyılarının uzunluğu ancak 128 km olan bu adanın kime ait olduğunu biliyor musunuz? Bir Müslüman’a. Evet, yanlış duymadınız, bir Müslüman’a ait bu ada. Şimdilik ismini gizlediğimiz bu milyarder Müslüman, üzerinde yaşayan ilkel kabileyi de ikna ederek bu adayı satın almış. Tabi bu adadaki halkın hiç eğitim görmemiş oluşu, başlangıçta birçok soruna yol açsa da bizim milyarder Müslüman, oraya gönderdiği tecrübeli olimpiyat misyonerleriyle, bu sorunu da aşmış ve ada halkını kısa bir sürede Müslümanlaştırmayı başarmış.
Bu başarının ardından ikinci aşama olan adayı devletleştirme aşamasına geçilmiş ve kısa süre sonra o da başarılmış. Bu yapılırken de sahip Müslüman’ın en sevdiği ülke olan Türkiye model alınmış. Yalnız şimdilik Dünya’da zaten bir tane Türkiye olduğundan ve ısrarla önerilen ‘Öz Türkiye’, ‘Has Türkiye’, ‘Ak Türkiye’ gibi isimler de pek saçma bulunduğundan, ikinci bir emre kadar adanın ismi Dingo olarak bırakılmış. Bir adet bayrağı ve bir adet milli marşı da çabucak üretilen Dingo ülkesi, para birimi olarak da Dingo Lirası’nı kullanmaya başlamış.
Bu kadarıyla da yetinmeyen milyarder sahip, almış Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasını, kendince birkaç küçük uyarlama yapıp Dingo ülkesinin anayasası yapmış. Tabi laiklik gibi bazı sevmediği kavramları bu yeni anayasaya hiç koydurmamış. Çünkü bir kere koydurursa sonradan kaldırması çok zor oluyormuş. Hep hayalinde olan bir şeyi daha yapmış bu milyarder ve hazırlattığı anayasanın ilk dört maddesini de değiştirmiş.
Dingo Devleti Anayasası
Madde 1 – Dingo Devleti bir tiranlıktır.
Madde 2 – Dingo Devleti bir tiranlık olduğundan, devletin yapısı ve özellikleri tümüyle Tiran’ın keyfine kalmıştır.
Madde 3 – Dingo Devleti bir ada devletidir ve üzerinde yaşayan canlı ve cansız her şey Tiran’ın malıdır. Dili, marşı, bayrağı ve para birimi Tiran’ın keyfine göre belirlenir, düzenlenir ya da tümüyle yok sayılır.
Madde 4 – Dingo Devleti Anayasası’nda değiştirilemez madde diye bir şey yoktur. Çünkü Dingo Devleti Madde 1’de de belirtildiği şekliyle bir tiranlıktır ve bir tiranlıkta da Tiran ne derse o olur.
Bundan sonraki maddeler kulların kendi aralarındaki hukukunu açıkladığı için milyarder sahip, onlara pek karışmamış ve uzmanlara bırakmış. Zaten kafasında kurduğu tiranlıkta, kendisi dışında kalan küçük grup kul, geri kalanların tümü ise köle olduğundan, hiçbirinin kayda değer bir hakkı da yokmuş.
Bu milyarder yeni ülkesini henüz Dünya’nın geri kalanına duyurmamış. Zira burası aslında onun yedek ülkesiymiş. Şayet kafasındaki plan işlemez de esas ülkeyi kaybederse, bu yedek ülkeyi emeklilik günlerinde rahat edebilmek ve esas ülkede gerçekleştiremediği fantezileri gerçekleştirmek için kullanacakmış. Fakat tabi bazı sorunlar da varmış. Ada yerlileri bu sorunların başında geliyormuş. Zira normalde hiçbir medeniyet görmemiş, tümüyle ilkel olan kabile halkı, kendilerine öğretilen kısmi medeniyet eşiğini hızla aşmış ve gelecekleri hakkında birtakım sorular sormaya başlamışlar.
Tabi tecrübeli olimpiyat misyonerleri bu duruma çok şaşırmışlar çünkü daha öncesinde hiç böyle bir şeyle karşılaşmamışlar. Belki de abilerinden öğrendikleri bu misyonerlik oyununu ustaca oynamayı beceremedikleri için böyle olmuş. Zira daha önce getir götürünü yaptıkları abileri olsa, her şey farklı olabilirmiş. Oysa şimdi abileri olmadan ilkel bir kabileyi bile köleleştirememişler. Köleleştirmek bir yana, yaptıkları acemine hatalar sebebiyle neredeyse adanın ilkel halkına devrim yapacak bilinci aşılamışlar.
Müslüman milyarder, esas ülkedeki işleri sebebiyle adasına her zaman gelemiyormuş. Fakat bir kulağı sürekli oradaymış. Hatta sevgili oğlu ve biricik varisini de sık sık oraya gönderip varlığını yerli halka hissettiriyormuş. Fakat tabi biricik oğlunda, onda olan ilahi ışık olmadığından ada halkında ters tepmiş bu durum. Zira öğrendikçe beyinleri hızla gelişen bu ilkel topluluk, hiç olmazsa kendilerinden daha zeki bir canlı tarafından yönetilmek istiyormuş. Oysa bu sürekli kendilerine gönderilen alık yüzlü varis, hiç de böyle biri değilmiş.
Bu duruma çok üzülen alık varis, yerliler ile ortak noktalarını göstermek için onların da katılacağı bir yarışma düzenlemiş. Bu yarışma okçuluk alanında imiş. Tabi yerliler bizim biricik varisi rezil rüsva etmişler ve ödül olarak da birtakım haklar istemişler. Erkekliğe leke sürdürmek istemeyen varis ise, babacığına sormadan bu hakları kabul etmiş. Sonradan çok pişman olsa da artık iş işten geçmiş.
Müslüman milyarder nihayet işinden gücünden fırsat bulup da yedek ülkesine tatil için geldiğinde adadaki değişikliği çabucak fark etmiş. Zira yerliler biricik varisin dışındaki diğer idarecileri de avuçlarına almışlar ve her gün yeni bir ayrıcalık kazanmayı başarmışlar. Tabi milyarder bu duruma çok sinirlenmiş ve bir tiranlık kurduğunu yanındakilere hatırlatarak, buna nasıl izin verdiklerini öfkeyle sorgulamış. Hemen biricik oğlunu yanına çağırmış ve evvela ona ateş püskürmüş. Biricik oğlu ise ‘’Babacığım şöyle, babacığım böyle’’ diyerek lafı dolandırmanın dışında hiçbir açıklama yapamamış. Bunun üzerine daha da sinirlenen sahip, hemen ada halkına sesleniş için bir kürsü getirilmesini istemiş.
Kürsü gelince sahip, üstün belagat sanatını icra ederek muhteşem bir konuşma yapmış. Fakat ne hikmetse bu sözler kendi ülkesinden beraberinde getirdiklerini mest etmenin dışında, ada halkı üzerinde tesirli olmamış. Oysa milyarder sahip, bildiği tüm hileleri kullanmış ve ne kadar hüneri varsa sergilemiş. Ada halkıysa sırf merakından gelip sahibi dinlemiş, kısa süre sonra da ilgisini kaybedip alanı terk etmiş.
Sonunda milyarder sahip anlamış ki, esas ülkedeki taktikler burada işlemiyormuş. Kısacası her horoz kendi çöplüğünde ötmeliymiş. ‘’Bir bakın bakalım, ederi nedir bu adanın?’’ diye sormuş ardından yanındakilere.
‘’Halkıyla birlikte mi efendim?’’ diye sormuş içlerinden biri.
‘’İkisine ayrı ayrı bakın bakalım? Halkı para ederse onları da satarız. Ama yok, ucuza gidiyorsa satmayız şimdilik.’’
‘’Satmayıp da ne yapacağız efendim bu kimsesizleri?’’
Bu soru üzerine sinirlenen sahip, ‘’Bizler kimsesizlere dün nasıl sahip çıktıysak, bugün de öyle sahip çıkarız elhamdülillah.’’ demiş.
16.07.2022
Sabahların Sultanı
‘’Muhteşem Bey alkışlarınızla sahnede.’’
Bu anonsun ardından alkış yağmuru başladı, sahneye yoğun bir sis verildi ve gittikçe yükselen müziğin hazırladığı coşkun ortamda, parlak pelerinli Muhteşem Bey görüldü. Kıvırcık ve uzun saçlıydı, nedense irice bir güneş gözlüğü takıyordu. Dişleri olağanüstü bir beyazlıkla parlıyordu. Uzun sayılmazdı ama kısa da değildi. Hafif çıkmış göbeği, elbisesi tarafından gizleniyordu. Ayakkabıları beyazdı ve deriye benzer tuhaf bir yapısı vardı. Muhteşem Bey tüm bu ihtişamıyla, sislerin arasından sahneye çıktığında alkış misliyle arttı ve çoğunluğu orta yaşlı kadınlardan oluşan seyirci kitlesi kendilerine işaret edildiği üzere ayağa kalktılar. Coşkunluk seviyesi zirveye ulaşmıştı.
Muhteşem Bey’in istediği atmosfer oluşmuştu ve artık gösteri başlayabilirdi. Sisin birazcık dağılmasının ardından seyircilere doğru ilerledi ve aralarından rastgele birini seçerek yanına çağırdı. Bu kadın ufak boylu, tombul ve orta yaşlı biriydi. Muhteşem Bey kadının elini tuttu ve öncelikle nezaketle öptü. Kadınsa utanarak teşekkür etti. Ardından ikisi birlikte bir süre sisin ortasında kayboldular. Daha sonra kameralar onların ortaya çıkmasını beklerken, seyirciler susturuldu, müziğin temposu düşürüldü ve geri sayım başladı.
10…9…8…
Ekranları başına kilitlenmiş milyonlarca seyirci de bu geri sayıma iştirak ediyordu.
7…6…5…
Nefesler tutulmuştu ve herkes birazdan söylenenlerin doğruluğunu test etmiş olacaktı.
4…3…2…
ve 1…
Muhteşem Bey’in eli sisin içinde görülmüştü. Kameralar bu ele odaklanmıştı. Geri sayımın bitişinin ardından ekranda beliren eli, tüm ülke görüyordu. Bu elin verdiği minik bir işaretle müzik yeniden başladı ve Muhteşem Bey öne çıkarak arkadaki kadını yanına davet etti. Bu aslında bir sunuştu. Kadın o sırada ondaki değişimi görmeyi bekleyen milyonlarcasına sunuluyordu.
Kadın yeniden Muhteşem Bey’in elini tuttu ve yanına geldi. Şimdi tüm kameralar onun yüzüne odaklanmıştı. Başarmıştı Muhteşem Bey. İddia ettiği şeyi gerçekten de yapmıştı. Zira kadın gençleşmişti.
Bir süre şaşkınlıkla kadındaki değişimi izleyen seyirciler, kendilerine geldiklerinde gayri ihtiyari yerlerinden fırlayıp sahneye koşturdular. Üzerine gelen kalabalıktan kaçma şansının olmadığını bile Muhteşem Bey kollarını iki yana ayırdı ve gökyüzüne bakar bir eda ile stüdyonun tavanına baktı. Bu kez de adeta kendini sunuyordu. Kadınlar neredeyse birbirlerini ezerek sahneye geldiler ve Muhteşem Bey’e sarılmaya başladılar. Tek istedikleri ona dokunmak ve mucizelerinden yararlanmaktı.
Program sunucusu Sabahların Sultanı Hanım rejiye işaret ederek reklam istedi. Yoksa kadınlar Muhteşem Bey’i milyonların gözleri önünde parçalayacaklardı. Reji artık bu anın doruk noktasına ulaştığına karar verdi ve bir anda yayını kesip reklama gitti. Ekranları başındaki milyonlar ise bu habersiz kesintiden ötürü bir hayli rahatsız olmuşlardı ve hemen telefonlarına sarıldılar.
Program reklama gider gitmez, görevlilerin yardımıyla birer sülük gibi Muhteşem Bey’e yapışmış olan kadınlar ayırıldılar ve adam rahat bir nefes aldı.
‘’Muhteşem Bey’in buzlu çayı gelsin hemen.’’
Bunu söyleyen Sabahların Sultanı Hanım’dı. Buzlu çay gelir gelmez iltifatlarına başladı kadın:
‘’Muhteşemdiniz Muhteşem Bey. Olağanüstüydünüz. Maşallah, maşallah. Yani dedikleri kadar varmışsınız hakikaten. Nasıl da gençleştirdiniz iki dakikada o kadını, akıl alır gibi değil. Büyü mü bu yoksa dua mı?’’
‘’Teveccühünüz hanımefendi fakat ne büyü ne dua, sanat efendim bu.’’ diyerek ustalıkla cevap verdi Muhteşem Bey. Buzlu çayından bir yudum aldı. O sırada asistanı biraz badem getirdi. Onları da ağzına attı. Çayından bir yudum daha alarak hazır olduğuna kanaat getirdi.
Reji yayının başlayacağını haber verince herkes yerlerini aldı. Tabi bu arada sis dağıtılmış ve seyirciler yerlerine oturtulmuşlardı. Fakat hâlâ aralarından pek çoğu koşup Muhteşem Bey’e sarılmak ve şifasından doyasıya yararlanmak istiyordu.
Yayın başlayınca sakin bir atmosfer vardı. Muhteşem Bey kendisi için getirilen özel koltuğa oturmuştu. Özel yapım olan bu koltuk, bir tahta benziyordu ve epeyce yüksekçeydi. Hatta Sabahların Sultanı Hanım ona aşağıdan bakmasın diye kadının koltuğunu da bir parça yükseltmişlerdi. Bu sırada Sabahların Sultanı Hanım’a telefonların kilitlendiği bilgisi gelmişti. Bu habere çok sevinen Sabahların Sultanı Hanım öncelikle bu ilgi için teşekkür ederek başladı. Ardından ise sözü Muhteşem Bey’e bıraktı.
Muhteşem Bey tahtının üzerinde doğruldu ve hangi kameraya bakması gerektiğini anlamak için şöyle bir göz gezdirdi. O sırada çekimde olan kamera kendini belli edince yönünü tam olarak ona döndü ve konuşmaya başladı:
‘’Efendim ben aslında ne büyücüyüm ne aziz ne de muhteşem, ben kulunuz yalnızca bir sanatkârım.’’
Bu mütevazi sözler üzerine seyircilerden kendiliğinden bir alkış tufanı koptu. Görevlilerin çabalarıyla güç bela durdurulan bu tufanın ardından, Muhteşem Bey konuşmasına devam etti:
‘’Bu eller, bir sanatkârın elleri. Bu eller, dokunduğu her canlı ya da cansız şeyi bir şahesere çevirebilecek yetenekte. Her şeyin yaratıcısı, tasarlayıcısı ve başarıcısı bu eller.’’
Bunları söylerken Muhteşem Bey bir yandan da ellerini kameralara gösteriyordu ve onun bu harekeleri kalabalığın yeniden coşmasına sebep oluyordu. Ekranları başındaki milyonlar ise bu tarihi ana yalnızca ekran başından tanıklık ettiklerine hayıflanıyor ve telefonlarından bu yeni tanıdıkları üstün kişiliğe dair araştırma yapıyorlardı.
Muhteşem Bey aslında bir klinik sahibiydi. İsmi Ab-ı Hayat olan bu klinik, İstanbul’da bulunuyordu. Muhteşem Bey ise asıl adı Sabri Uçan olan eğitimsiz bir vatandaştı. Fakat özgeçmişinde yazdığı üzere hayat üniversitesini bitirmişti. Bunun yanı sıra binlerce kitabı yalayıp yuttuğu bilgisi de vardı bu özgeçmişte. Asıl adı Sabri olan bu eğitimsiz şahsın, modern tıp ile insanlık tarihinin derinliklerine dek uzanan şifa külliyatını birleştirdiği ve nihayetinde üstün bir kişiliğe dönüştüğü ve daha birçok bilgi yer alıyordu bu kısımda.
Okuyanlar hemen sonra bu kliniğin icraatlarına bakmak üzere internet sitesini incelemeye başladılar. İnsanlar gördüklerine inanamıyorlardı. Onlarca kişi kliniğe yaşlı girip genç çıkıyordu. Yalnız hastalıklarından ya da sakatlıklarından kurtulmuyor aynı zamanda bu sanatkâr ellerin dokunuşuyla gençleşiyorlardı da. Şaşkınlıkla incelemeye devam edenler biraz sonra tedavi videolarına da ulaşıyorlardı. Bu videolarda birbirinden farklı pek çok orta yaş ve üzerinde insan yer alıyordu ve çoğunluğunun derdi aynıydı; yaşlılık. Fakat artık bu bir dert değildi. Çünkü Muhteşem Bey vardı.
Telefonlarından başlarını kaldırıp da yeniden ekrana bakan milyonlar, Muhteşem Bey’i artık ilahi bir kişilik olarak kabul ediyorlardı. Bu sırada adam konuşmasına devam ediyordu:
‘’Efendim, sanat sahibinin kendisinde bulunan sanatı aktarması pek güçtür. Bu sanatı icra etmek onun için kolaydır fakat anlatmak, öğretmek ya da yazmak güçtür. Zira bu gibi sanatlarda sözcükler, yalnızca var oldukları anlamları değil çok daha fazlasını içerirler. Mesela ben şimdi size tılsım desem, şayet bu sözcüğün anlamını bilmiyorsanız, gidersiniz sözlüğe bakarsınız ve tılsım sözcüğünün oradaki karşılığını bulup, onu o şekliyle anlarsınız. Oysa benim dilimden çıkan tılsım başkadır. Benim ona yüklediğim anlamlar başkadır. Benim tılsımımım işaret ettiği şey, sizin sözlüğünüzün açıkladığı şey değildir. İşte zaten sanat burada devreye girer. Çünkü ben hemen herkesin gördüğü şeyleri ve çok daha fazlasını görür, duyar ve anlarım oysa siz benim gördüklerimi ne görür ne duyar ne de anlayabilirsiniz. İşte benim sanatkârlığım buradan gelir.’’
Muhteşem Bey konuştukça daha da anlaşılmaz oluyor fakat her ne hikmetse daha da çok alkış alıyordu. Yine de bu kadar konuşma yeterdi. Şimdi şov zamanıydı. Sabahların Sultanı Hanım bu sefer kendisini ortaya koymuştu. Milyonlar ekrana kilitlendi, sis yeniden verildi ve müzik başladı.
Sabahların sultanı Hanım o tılsımlı elleri tuttu ve sisin içine daldı. Birazdan bambaşka biri olarak ekranda gözükecekti. Fakat bir anda tüm coşkunluk son buldu. Zira canlı yayının ortasında içeriye emniyet güçleri doluşmuştu. Amirleri bir adım öne çıkarak sordu:
‘’Sabri Uçan burada mı?’’
Kimse cevap vermeyince amir tekrar etti:
‘’Sabri Uçan burada mı dedim.’’
Sis henüz dağılmadığı için Muhteşem Bey de haliyle gözükmüyordu. Amir bu sefer sinirlenerek görevlilere seslendi:
‘’Yavrum dağıtın şu sisi, hadi bakalım yardımcı olun bize.’’
Bunun üzerine görevliler hızlıca sisi dağıttılar ve Muhteşem Bey ortaya çıktı. Sabahların Sultanı Hanım ise onun kollarındaydı. Stüdyodaki herkes şaşkındı. Sis dağılmış, müzik kesilmişti. Seyircilerden çıt çıkmıyordu.
‘’Sabri Uçan sen misin kardeşim?’’ diye sordu amir.
Muhteşem Bey paniklemişti ve konuşamıyordu. Kekeleyerek bir şeyler söylemeye çalıştıysa da başarılı olamadı.
‘’Tamam, anlaşıldı kardeşim. Çocuklar, bunu alın dışarıya.’’ dedi amir.
Yayın henüz kesilmemişti ve milyonlar hâlen olanları izliyordu. Muhteşem Bey kollarındaki Sabahların Sultanı Hanım’dan polis zoruyla ayrılırken herkes sessizliğini koruyordu. Sabahların Sultanı Hanım ise tam gençleşeceği sırada yapılan bu baskını yersiz bulduğundan çok gerilmişti. Reji kulağına bir şeyler fısıldamış olacak ki, sessizliğini bozdu ve polisler tarafından götürülmekte olan Muhteşem Bey’e sordu:
‘’Muhteşem Bey ne yapıyorsunuz?’’
17.07.2022
Yorumlar
Yorum Gönder